SİTEDE ARA

BAKMAK VE GÖRMEK II
12 Şubat 2018

Slâyt 11/1 de bahsedilen “What the bleep do we know?” adlı filmin akışı içerisinde yukardaki bu soruların bir ölçüde cevaplandırılmaya çalışıldığı belirtiliyor yazınızda. Filmin bir sahnesinde “Doğru olduğuna inandığım harika bir hikâyeyi nakletmek istiyorum” diyor senarist. Yani ortada bir hikâye var, doğru mu belli değil, sadece senaristin de üzerine basa basa belirttiği gibi “senaristin kendisi hikâyenin doğruluğuna inanıyor”. Yani başka biri, örneğin başka bir senarist, ya da herhangi bir hikâyenin doğru olmadığını pekâlâ iddia edebilir. Bu kısa ayrıntıdan sonra hemen herkesin bildiği hikâyeye geçelim. Konu malum, Aydın Arıtan’ın “Holistik İnsan” adlı kitabında da örnekleniyor aynı anlatı. Biz burada sırası gelmişken söz konusu hikâyeyle alakalı olarak bazı çekincelerimizi belirtmek durumundayız.

“Karayip Adalarındaki yerli Amerikan Kızılderileri, Columbus’un gemilerinin ufuktan yaklaştığını gördükleri zaman, onları hiçbir şekilde görememişlerdi. (SLÂYT 11-2) Çünkü gemiler, daha önce gördükleri hiçbir şeye benzemiyormuş, o nedenle de görememişler... Columbus’un donanması Karayiplere vardığı zaman bile hiçbir yerli gemileri göremedi... Ufukta var olmalarına rağmen. Gemileri göremeyişlerinin nedeni, beyinlerinde yelkenlilere dair bir bilgi ya da deneyim bulunmamasıydı. Bu yüzden şaman bile, okyanusta dalgalanmalar olduğunu fark etmesine rağmen, hiçbir gemi göremez. Bu sonuca ne sebep oluyor diye merak etmeye başlar. Böylece her gün çıkıp bakar, bakar ve bakar... Ve belli bir zaman sonra ancak gemileri görebilir.“  Burada duralım ve sorgulamaya başlayalım.

 

İlk cümledeki “Kızılderililerin Kolomb’un gemilerinin ufuktan yaklaştığını GÖRDÜKLERİ zaman, onları hiçbir şekilde GÖREMEMİŞLERDİ” açıklaması tek başına bile hikâyenin geri kalanı için hiç de umut verici değil. Eğer bir tercüme hatası söz konusu değilse gördüğünü görememek ne demektir? Eğer hikâyeyi anlatan ve de söz konusu hikâyeyi konferans metnine alanlar burada bir aforizma ve/veya motto veya ezoterik/felsefi bir yaklaşım beklentisi içindelerse, bu durumda bizim konuyu burada kesmemiz, kapatmamız gerekecek. Zira biz her şeyin bilimsel bir açıklaması olduğuna, yaşamda gerçeklerden başka hiçbir safsataya yer olmadığına inanmaktayız. Tanrı katından indirildikleri iddia edilen aslında insan kaleminden çıktıklarını inananların da bal gibi bildikleri Tevrat ve İncil’deki konuların, mucizelerin bile akıl ve bilim yoluyla irdelendiği günümüzde, yine akıl ve bilimle kolayca çözümlenebilecek konuları bir sis perdesi arkasına gizlemek ve bundan ezoterik, felsefi bağlamlar çıkarmak 21.yy. insanı için orta çağın karanlık coğrafyasına dönmekten başka bir yol değil. Hazreti Musa’nın Kızıl Denizi ikiye ayırdığı, Hazreti İsa’nın içine şeytan girmiş (delirmiş) hastaları iyileştirdiği, ölüleri dirilttiği, deniz üzerinde yürüdüğü gibi mucizeler günümüz tıp biliminde ve jeoloji/meteoroloji bilimlerinde rahatlıkla karşılık bulmakta. Ancak günümüzde hatırı sayılır bir kesim, bilimsel gerçekleri göz ardı ederek her olaya bir bilinmezlik, kutsallık verme yarışındalar. Ve de bunu örgütlenerek, kast sistemleri oluşturarak sürdürüyorlar. Oysa tabiatta her şeyin, her konunun açıklaması var. Mesela benim “gerçekten” bir duvar ustası olan rahmetli büyükbabamın (Ahmet Şükrü) kendisine tedavi için getirilen zincirli delileri konuşarak iyileştirdiğini ve bu hastaların güle oynaya, iyileşerek yanından ayrıldıklarını anlatırdı rahmetli babam. Sıradan bir insan, okumamış ancak zeki bir insan. İnisye, peygamber, ermiş falan da değil.

 

Bir duyguyu, bir düşünceyi birinin belleğine sokma, ona aşılama olayına, yeteneğine telkin deniyor. Telkin olayı bazı önemli ruhbilimcilere bakılırsa (Jung, Anna Freud) bir nevi algılatma, yani beynin karşısındaki beyni yönlendirmesi. Başarı oranı elbette değişiyor ancak bu algılatma olayı bir gerçek.  Beynininiz gözlere, ellere, dile öyle emirler veriyor ki, karşınızdaki ne denli sizinle ilgisiz olursa olsun (ör. Akıl hastası) “Bu adam ne yapıyor? Neden böyle davranıyor?” diyerek içinde bulunduğu ortamdan anlık da olsa sıyrılıp sizinle ilgileniyor, size bakıyor, hareketlerinizdeki, bakışlarınızdaki, konuşmanızdaki yumuşaklığı, gözleri beynine aktarıyor. İşte o andan başlayarak beyniniz, karşısındaki beyne telkin ediyor, kendini algılatıyor. Bir anlamda “Dur bakalım artık ben varım senin sıkıntını çözeceğim” diyor. Ve artık karşınızdakinin tedavi süreci başlamıştır. Sizdeki bu yeteneği gören yakın çevreniz size bir ululuk sıfatı yakıştırıyor ve buna bağlı olarak bu kişi artık sıradanlıktan, ermişlik, evliyalık, felsefi kişilik adını ne koyarsanız koyun o mertebeye yükselmiştir.

 

Grigori Yefimoviç Rasputin 22 Ocak 1869'da Ural Dağları'nın yakınındaki Pokrovskoye köyünde doğdu. Okuma-yazma bilmeyen (!) Rasputin, 1886'dan 1901'e kadar 15 sene boyunca Rusya'da gezip her yerde vaazlar verdi. Zaman içinde Çarlık Sarayının müdavimlerinden oldu. 1907 yılında Çar'ın oğlu Aleksey hemofili hastalığına yakalandığında doktorlar tüm çabalarına rağmen çocuğun iç kanamalarını durduramazlar ve artık tıbbi olarak yapılabilecek bir şey olmadığını ve oğlanın yakın zamanda öleceğini Çar'a bildirirler. Saray camiasında varlığı bilinen Rasputin bu durumda son çare olarak Çariçe tarafından çağrılacak ve hipnotizma tekniğiyle çocuktaki iç ve dış kanamaları durduracaktır. Bu başarısından sonra Rasputin, Çar ailesi için çok önemli bir şahıs olur. Çar'a sürekli siyasal konularda fikirler de vermeye başlamıştır. Benzer tedavilerini ve fikirlerini ölüm yılı olan 1916'ya kadar sürdürür. Sırası gelmişken Rasputin’ in hasta prense uyguladığı hipnotizmanın bir telkin/algılatma tekniği olduğunu belirtmeliyiz. Kaynak mı? İşte buyurun yüzlerce kaynaktan sadece biri. “Açıklamamı tamamlarken, daha başlangıçta hipnoza, hipnotik telkinden başka bir görev de yaptırmış olduğumu itiraf etmem gerekiyor. Onu, hastanın ruhunu hastalığının tarihine ve doğuşuna bağıntılı olarak araştırmak için kullanıyordum; hasta bu tarihi ve doğuşu, uyanık halde çok zaman hiç mi hiç ya da pek eksik bir şekilde bana bildirebiliyordu. Uyguladığım hipnotizma tekniği, bana emreden ya da yasaklayan basit telkinden daha etkili gibi görünmekle kalmıyor; telkinin tek düzeli yöntemiyle iyileştirmeye çalıştığı olayın kaynağına bağlı bir şeyi öğrenmeye hakkı olan hekimin bilme susuzluğunu da doyuruyordu.”

Kaynak: (Freud Sigmund, 1933) Nue Folge der Vorlesungen zur Einführung in die Psychoanalyse

 

İşte bu muazzam organın muhteşem bir özelliğiyle daha karşı karşıyayız. Bakmak, Görmek’ ten nerelere geldik? Anlamak çıktı karşımıza, sonra algılatma, telkinle karşılaştık. Pekâlâ şimdi şöyle bir soruyla karşılaşabiliriz. Herkesin beyni var, çoğumuz da akıllı, eğitimli insanlarız peki neden sıradan bir duvar ustasının (Rah. Ahmet Şükrü) ya da okuma yazma bilmeyen bir Rus köylüsünün yaptıklarını yapamıyoruz? Öyle ya benmerkezci bir dünyada yaşadığımıza göre bizim de bu tür mucizeler(!) gerçekleştirmemiz gerekmez mi? Gerekmez, gerekmez çünkü ortam ve koşullar artık mucizelere müsait değil. Peki madem ben bunca bilgime, birikimime karşın onların yaptıklarını yapamıyorum, o zaman onlar birer inisye, Spiritüel(ruhsal) tesiri alıp, aktarabilen, bir düzen ve disiplin içinde gizli bilimlere hâkim kişiler mi? Yok artık daha neler. Onlar da sizin bizim gibi normal insanlar. Sadece beyinlerini bu konuda belli ölçüde kontrol edebilen, telkinlerle karşısındakinin sıkıntısını çözeceğine inanan, bu konuda kendilerine güvenleri tam olan kişiler. Öyle insanları hemen ilahlaştırmayalım. Eğer bilim (Freud) bu hususun olabileceği konusunda beynimize güveniyorsa, olay bitmiştir.

 

Sırası gelmişken önceki yazılarımızdan birinde irdelediğimiz Fatima Olayını/Mucizesini hatırlamamızda yarar var. O örnekten de anlaşılabileceği gibi, yıllardır tabu gözüyle hayranlıkla, merakla baktığımız konular, yukarıda sıraladığımız soruları sorunca hemen boşluğa düşüyor. Beynimize güvenelim, her zaman her konuda aklımızı çalıştıralım, soru soralım. Soru, soru, soru. Unutmayalım ki Yüce Yaradan’ın en çok değer verdiği konuların başında akıl, aklını çalıştırma gelir. Zira Kur’an’ı en iyi anlayan ve uygulayanlar O’nu akıllarıyla okuyup, yorumlayanlardır. 

Şüphesiz, yeryüzündeki hareket eden canlıların Allah katında en kötüsü aklını işletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir. 8 Enfal Suresi 22

Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır. 10 Yunus Suresi 100

 

Neyse, bu kadar ara yeter, yeniden konumuza dönelim. Hani şu Colombus, Kızılderili hikâyesine. Gözün fiziksel özelliklerine bağlı olarak herşeyi gördüğü ve olguyu beyne naklettiği gerçeğini yukarıda belirtmiştik. Göz bu gönderiyi yolladıktan sonra sıra beyindedir. O bilgiyi alır hafıza depolarındaki verilerle karşılaştırır tanışıksa hemen kavrar, nitelendirir, kategorize eder ve de tepkisini o şekilde verir. Eğer gözden gelen veri bellek depolarında yoksa daha önce karşılaşmadığı bu veriyi yok mu sayar? Hiçleştirir mi?  Doğru, bu görüntüye önceden tanışık olmadığı için bir anlam veremeyebilir, şaşırır kendi kendine (kişinin bilgi, kültür seviyesine bağlı olarak) birtakım yakıştırmalarda bulunabilir ama asla YOK SAYMAZ, SAYAMAZ. Beynin işlevine aykırıdır bu. İnsanoğlu bakar, görür ama anlamayabilir. Bunun aksini söylemek, yani insanın o güne dek tanımadığı bir nesneyi göremeyeceğini belirtmek ne derece mantıklı olabilir? O zaman insanın evrimleşme sürecini nasıl açıklayacağız.  

 

Bundan yaklaşık 1,8 milyon yıl önce dik duran Homo Erectus türüyle, çağdaş tipte Homo Sapiens alt türünün ilk ırkı olan Cro-Magnon insanı zamanımızdan 50 bin önce ortaya çıkmıştır. Bu atalarımızın bir anlamda gördükleri halde görmediklerini iddia edebilir miyiz? Tekerliği ilk bulan/keşfeden insan, bu buluşunu diğerlerine gösterdiğinde o insanlar boşluğa mı baktılar? Daha önce beyinlerinde böyle bir bilgi/görsel olmadığından, bu adam bize neden boşluğu gösterip duruyor demiş olabilirler mi? Ne olduğunu, neye yarayacağını bilmedikleri ve de ne yazıktır ki göremedikleri bir nesne mi vardı karşılarında? Yoksa tekerliği bulan Cro Tekerlekus Magnonus, o koca taş yuvarlığı sırtlayıp mağara mağara gezerek herkesin o tekerleğe dokunarak mı tekerliği görmelerini sağladı? Sakın felsefeden, kuantum fiziğinden bahsetmeyelim, olay son derece basit. Gözler gördü, beyin ne olduğunu bilemese de (çünkü o güne dek böyle bir şeyle karşılaşmamıştı) bir kenara not etti ve zaman içinde tekerleğin işlevini, yararını, kullanımını da gördükten sonra hafıza deposuna kaydetti. Sonrası kolay, bir kere gözün kaydedip beyne gönderdiği o olgu depoda (bellek) yer aldıktan sonra ilk insanlar 100 metreden tekerliği tanıdılar. Peki birkaç gün sonra bizim Cro Tekerlekus Magnonus zorla da olsa düzlükte tekerliği yuvarlamaya çalışırken, 80 mağara ötedeki ilk insan Cro Meraklucus Magnonus onu gördüğünde ne düşündü acaba? Herhalde şöyle düşünecekti, “Yahu şu bizim 80 mağara uzaklıktaki komşumuz Cro Tekerlekus Magnonus uçmuş. Ellerini havada çevire çevire ovada geziniyor. Kafayı yemiş garibim.” Haksız mıydı? Yok son derece haklıydı, gözleri vardı ancak beyninde tekerlekus bilgisi olmadığından komşusunun müthiş icadını görememişti(!). Komik mi? Elbette komik. Eğer bilimsel veriler yerine insan herşeyi felsefeye, metafiziğe, kuantum fiziğine vs. verirse ortaya çıkan durum bundan farklı olmayacak. Burada mottomuz şu, İnsan bakar, görür ve anlam verir yani ANLAR. Tamam ilk kez gördüğü şeyleri anlayamaz, anlamlandıramaz, seleksiyon yapamaz ama GÖRÜR. Göz görmese de beyin görür tezinin bilimsel bir tabanı yoktur. Gözü kapalı bir insan beynini kullanarak çevresinde olan biteni bütün teferruatlarıyla betimleyebilir mi? Felsefik açıdan olabilir, mümkündür.  Ama burada dikkat etmemiz gereken şey kesinlikle bilimle, felsefeyi karşı karşıya getirmemenin gerekliliğidir. Çünkü bilimin karşısında her şey bir teferruattır, ispatlanamaz soyut düşünce kıvılcımlarıdır. Bilimin emekleme çağlarında, ilk çağlarda önemli olmuş olabilir, ancak bilim geliştikçe ortaya somut veriler çıktıkça çok şey değişmiştir. İnsanlığın ruhsal gelişmesinde felsefenin katkıları yadsınamaz ama unutulmamalıdır ki Pioneer’i güneş sisteminin dışına gönderen (hala da Samanyolunun kalbine doğru gidiyor) bilimdir. Şu anda modern insanın her türlü ihtiyacını da bilim karşılamaktadır. Felsefe gereksizdir demiyoruz ancak bilimin alanına felsefeyi sokmaktan kesinlikle kaçınmalıyız.

 

Devam edelim, ilk insanlar elbette gördüklerine bir anlam verememişlerdir ancak gerek vahşi hayvanlardan, dinozorlardan, gerekse doğa olaylarından korkmuşlar ve zaman içinde gözleriyle gördükleri bu güçlerin kendileri için tehlikeli olduğunu, onlara dokunmadan anlamışlardır beyinleri sayesinde. İnsanın görmediği bir tehlikeye karşı önlem alması, korunmaya kalkışması olası mıdır? Öte yandan ilk insanın güneşe, aya, rüzgâra, yağmura, doğa olaylarına tapınmasını nasıl değerlendirmeliyiz? Görmedikleri halde nasıl aya, güneşe, yıldırıma taptılar? Sorunun cevabı son derece açıktır.

 

1994 yılında Robert Bauval adlı Belçika asıllı, çocukluğu Mısır’da geçmiş bir mühendis bir gün gökyüzünü izlerken, Orion’un merkezindeki en önemli üç yıldızın, Alnilam, Alnitak ve Mintaka’nın, aynı Giza piramitlerinde olduğu gibi bir hiza sapmasına sahip olduğunu fark etti. İlk iki büyük yıldız, Alnilam ve Alnitak doğru hizadaydı ama üçüncü ve en küçük yıldız olan Mintaka, hafifçe sola kaymıştı diğerlerine göre. Bu bulgu, astronomi destekli yapılan gözlemlerle Giza piramitlerinin Orion Kuşağı olarak bilinen üç yıldızın yeryüzündeki kopyası olarak inşa edildiğini ortaya koyuyordu ta 4500 yıl önce.  Burada irdelenmesi gereken konu, “görmedikleri” halde Mısırlıların bu teknolojiyi nasıl elde ettikleridir, yoksa gördüklerini göremedikleri falan değil. Yok yok burada hemen felsefeden, kuantumdan, ermişlikten, üstün insan, tekâmül etmiş insandan, uzaylılardan falan bahsetmeyelim lütfen. Kolay bir açıklama varken, olayı anlaşılması zor ve girift bir hale getirmek pek de inandırıcı değil. Bu arada Yüce Yaradan’ın Kutsal Kelamı’nda bile kolaylık konusunu sıksık vurguladığı halde, biz neden zor olanı, anlaması, açıklaması güç olanı seçiyoruz. Felsefi bir söz/deyiş mi gerekiyor burada? Buyurun onu da verelim... “Zor diye bir şey yoktur Kolayı zor yapan insanın kendisidir.” Epikuros (M.Ö.341-270) The Art of Happiness kitabından. Kolayın dinimizde de önemli yeri bulunuyor.

Kim iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanını söyleyeceğiz." (Kehf Suresi, 88)

Biz bunu (Kur'an'ı) senin dilinle kolaylaştırdık, takva sahiplerine müjde vermen ve direnen bir kavmi uyarıp-korkutman için. (Meryem Suresi, 97)

Bana işimi kolaylaştır. (Taha Suresi, 26)

Belki onlar öğüt alıp-düşünürler diye, Biz onu (Kur'an'ı), senin dilinle kolaylaştırdık. (Duhan Suresi, 58)

Andolsun Biz Kur'an'ı zikir (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? (Kamer Suresi, 17) (Kamer Suresi, 22) (Kamer Suresi, 32)

 

Allah biz kullarına kısa ve kolay yolu öğütlüyorken, zoru seçmedeki amacımız ne olabilir? Neden beynimize, onun işlevine, çalışmasına güvenmiyoruz?

İnsanın o ana kadar bilmediği şeyi göremeyeceği sözünün bizce mantıksız olduğunu, özetle ilk kez karşılaştığı bir şey olsa da o “şeyi” mutlaka göreceğini ancak anlam veremeyeceğini vurgulamaya çalıştık. Devam edelim, “Şaman okyanustaki dalgaları fark eder ancak yine de gemileri göremez. Merak eder, günlerce gidip sahile okyanusa bakar bakar. Ancak belli bir zaman sonra ancak gemileri görebilir.” Kutsal kişi dalgaları fark ediyor, (demek ki onları görebiliyor, görmese fark edemezdi elbette) okyanustaki dalgaları gördükten sonra da günlerce sahile gidiyor bizim ermiş kişi(!). İnat ediyor, “Yahu diyor kendi kendine ben bu dalgaların sırrını çözemezsem yuh olsun benim şamanlığıma, kutsallığıma”.  Günler geçiyor sonra belli bir zaman geçtikten sonra aaa bir de ne görsün, karşısında koca koca gemiler. Birden kafasında bir ışık parlar. “Tabii der gururla, benim kafamda (beynimde) gemi diye bir olgu yoktu. Kano mano tamamda bu gemi olgusunu şimdi aldım. Nasıl mı aldım, ben kutsalım ya, öyle günlerce bön bön ufka, boşluğa baktım. Sonra bu boşluk bende gemi olgusu oluşmasına neden oldu. Gözlerim birden boşluktan algıladığı “gemi olgusunu” beynime ulaştırdı, ben de o andan başlayarak gemi nedir öğrendim. Demek ki neymiş, günlerce boş boş sahile inip okyanusa bakarsan belli bir süre sonra gemiyi görürsün. Hele bir gidip bizim salaklara şunu bir haber vereyim” der ve köye seğirtir. “Köye vardığında kabiledekilere okyanusta gemilerin var olduğunu anlatır (SLAYT 11-3) Çünkü herkes ona inanmıştır ve güvenmiştir, onlar da (Kabile üyeleri de) görürler.” Ne güzel ve de mantıklı (!) bir hikâye. İnsan kafasında (beyninde) o güne dek hiç karşılaşmadığı bir olguyu (burada gemi) sadece inandığı güvendiği biri söylüyor diye inanır mı? Bir baba çocuklarının karşına çıkıp çocuklar ben bu sabahtan beri uçmaya başladım, artık işe uça uça gideceğim, takılın sizleri de okullarınıza bırakayım derse, çocukların tepkisi ne olur acaba?  Her ne kadar çocukların ilk ve en çok güvendikleri varlıklar ebeveynleri olsa da baba iyi misin diye sormazlar mı? 40 kişilik 50 kişilik bir kabile olsa da içlerinde kafası çalışan soru soran, sorgulayan hiçbir adam yok mudur bu kabilede? Sürü psikolojisinde bile, dünyada koyun türünün en çok bulunduğu Avustralya’da çiftçilerin gözlemleri çok ilginçtir. Bu incelemeler göstermiştir ki, kendini boşluğa bırakan koyunun arkasındaki ilk dalga kendisini takip etmektedir, sonrakiler durup kendilerini boşluğa bırakmamaktadırlar. Ne oluyoruz, yok artık, daha neler, neden bu güzel hayatımıza kıyalım diye düşünüyorlar herhalde. O koyun, bizim Kızılderili örneğinde insan. Yok bu kadar insafsızlık etmeyelim insan beynine.

Burada bir parantez açmak ihtiyacını duyuyoruz. Biz bu konferansı felsefi bir toplantı olarak ele almadık. Zira felsefe bir başka düşünme tekniği, olaylara başka açılardan yanaşma, onları gözlemleme irdeleme tekniği, somutu bir kenara bırakıp soyutla gerçeğe varma tekniği. Biz bu konferansı bilimsel açıdan ele almaya gayret ediyoruz. Bilimin sağlıklı, sağlam, güvenilir yollarında gitmek ilk tercihimizdir. Konferansın başında da (ilk 88 sayfa) gayet bilimsel yöntemlerle anlatılanları göz, görme olgusu vb. son derece bilimsel bulduğumuzu belirtmiştik.

 

Seminerde verilen örnek, gerçek tanımıyla devam ediyor. Elbette ki biz ne Kızılderili hikâyesini ne de daha sonra anlatılan Mevlana hikâyesini kabul etmiyoruz. “Oğlum” demiş Mevlâna, git yan odadaki testiyi getir bana. Çocuk odaya gitmiş ve seslenmiş “Hangisini baba? Burada 2 tane testi var.” Mevlâna yanıtlamış; “Aslında tek testi var ama senin şaşı bakışın 2 gösteriyor. Birini kır, diğerini getir.” Gerçek şu ki, beyin çevresinde gördükleriyle hatırladıkları arasındaki farkı bilmez.

 

Bu hikâyede de bazı sorunlar var. Hani gerçeği arıyoruz ya, her hikâyeden sonra. Bir bakalım, Mevlâna çocuğunu yan odadaki testiyi almaya gönderiyor ve odada “tek” olan testiyi alıp getirmesini istiyor. Tamam, şu ana kadar tek mutlak gerçek yan odada tek bir testi olduğu. Çocuk şaşı, odaya girdiğinde iki testi görüyor. Yani çocuğun gerçeği odada iki testi olduğu yönünde. Peki mutlak gerçek burada hangisi? Babasınınki mi? Yoksa çocuğunki mi? Olayda başka olasılıklar söz konusu olabilir mi? Mesela eğer baba ve çocuk görmeden anne bir testiyi daha getirip odaya, diğerinin yanına koyduysa. Bu olasılık fazla mı uçuk? Mevlana’nın şaşı oğlunu bile bile yandaki odaya göndermesi ve çocuk iki tane görünce birini kır diğerini getirmesi mantıklı da bizim savımız mı saçma? Yani verilen örnekler çok zorlama, mantıklı değil, isteyen istediği yöne çekip ona göre “kendi gerçeğini” çıkarabilir.  Demek ki gerçek, içinde bulunulan ortama, şartlara, insanın algılamasına göre değişebilir… mi demeliyiz? Yoksa gerçek tektir, mutlaktır, kişiye, ortama göre değişmez mi diyeceğiz? Elbette gerçek tektir, onu yanlış algılamamız gerçeğin tekliğini değiştirmez. Sana göre gerçek şudur, bana göre gerçek budur insan yaşamındaki kaosun nedeni değil midir? Örneğin Ortadoğu’da yaşananlar. Ortada tek bir gerçek Kur’an varken İşıd’ın kutsal kitabımızı farklı değerlendirmesi maalesef onların bir “gerçeğidir”. Zira onlar konuyu böyle yorumluyorlar. Peki bizler Kur’an’ı onlar gibi yorumlamıyoruz, bizim gerçeğimiz de bu şekilde. Buyurun tartışılmaz bir tek doğru/gerçek varken, karşımızda iki farklı gerçek ve durum ortada. Bu açıklamayı kabul ediyorsak, devamında kabul etmemiz gerek bir başka doğru var: ‘Gerçeği biz yaratırız’ sözünüze katılmamak mümkün değil. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi gerçeği biz yaratıyoruz, ama kendi gerçeğimizi. Hakikati, mutlak gerçeği değil. Peki mutlak gerçek nedir sorusunun cevabı bizce bunun sadece bilimsel gerçek olduğudur. İşe felsefeyi karıştırırsak ve de herşeyi onun yardımıyla çözmeye çalışırsak işte ortaya yukarıdaki kaos ortamı çıkar.

 

Sizin de belirttiğiniz gibi “Bizler, gerçek üreten makineleriz. Gerçeğin sonuçlarını her zaman biz yaratıyoruz. Bir şeyi her zaman hafızanın aynasından yansıdıktan sonra algılarız. Bir büyük hologram içinde yaşıyor olalım ya da olmayalım. Bu, muhakkak ki iyi bir cevap bulamadığımız bir sorudur. Bence bu, çözmemiz gereken büyük bir felsefi problemdir...” Bu felsefi problemin çözümü felsefeyle bilimin tamamen farklı şeyler olduğu ve kesinlikle karıştırılmaması gerektiğidir. Dini konuları, ruhsal, tinsel konuları istediğimiz gibi irdeleyelim ancak sonuçta herkes kendi gerçeğini üretecek ve neticede ortaya “çözülmesi gereken büyük bir felsefi problem” çıkacaktır.

 

Arıtan’ın açıklaması aynen şöyle: “Bütün insanlar, daha doğrusu bütün canlılar, evrenin bütün bilgilerine sahiptirler. Ama bu bilgilerin, sadece görev yaptıkları alanla ilgili bölümleri açılmış durumdadır. Demin söylediğimiz gibi, bu acı dönemleri geçirirken, beyinlerinde birçok kodlar açıldı. Mevcut olan bu kodların deneyimlenmeleri sonucunda, yeni kodların da açılma fırsatı doğdu. Kızılderililerin, o gemileri görememeleri, beyinlerinde var olan bu kodun açık olmamasından kaynaklanmış. Ama daha sonra gemilerle temas kurup, onları dokunarak deneyimledikten sonra, algılayabilir hale gelmişler. Demek ki biz, bu üstün vasıfların neler olduğuna, (onların beyinlerinde zaten mevcut olan bilgilere) ışık tutup-aydınlatırsak, onların da bu bilgileri algılamaları, tıpkı gemileri görmeleri gibi mümkün bir hale gelecek. Dediğimiz gibi, insanlığın genel seviyesinin bu derece yükselmiş olması da, artık bu kodların sadece çok küçük dokunuşlarla açılıp-aydınlanabilmesi konusunda bizi çok umutlandırıyor. İşimizin çok  da zor olmadığını düşünüyorum.

 

Yukarıda üzerini çizdiğimiz paragraf, “What the bleep do we know?” isimli filmin senaristinin harika bir hikâye olarak nitelendirdiği Kızılderili/gemiler hikâyesinden oldukça farklı. İlk hikâyede (senaristin) kızılderililer boşluğa baka baka günler sonra gemileri gören şamanları sayesinde inanıyorlar gemilerin varlığına. Arıtan’ın bahsettiği temas kurma yok, gemilere dokunarak deneyimleme yok. Aynı hikâye, birbirini takip eden sayfalarda iki farklı anlatımla sunuluyor ki son derece önemli farklılıklar. Eğer Kızılderililerin gemileri görememeleri beyinlerinde var olan bu kodun açık olmamasından kaynaklanmışsa, nasıl oluyor da ilk hikâyedeki kutsal kişi (şaman) günlerce boş gözlerle denize bakıyor da gemi adamlarıyla temasa geçmeden, gemilere dokunmadan birden “tak” üçüncü gözü açılıyor ve gemileri görüyor?  Felsefi yaklaşımlar hem hatipleri hem de dinleyicileri böyle çıkmazlara sürükleyebiliyor. Eğer hatibin karşısında sorgulayan, körü körüne değil de soru sorarak hakikate/gerçeğe varmak isteyen bir kitle varsa vay o hatibin haline. Ve işte biz burada diyoruz ki, gerçekler sadece ve sadece sorgulayanların hakkıdır. Saint Benoit’daki hocalarımızdan biri kendimize hep şu soruyu sormamızı isterdi. “Ben kimim? Neden doğdum?” O çocuk beynimizle bu soruları cevaplamaya uğraşırdık. Çeşitli cevaplarımız da olurdu her birimizin farklı farklı. Oysa hocamızın bize daha o yaşlarda öğrettiği ve şuur altımıza yerleştirdiği konu şuydu. Sor, sorgula, hemen kabul etme, üzerinde düşün…

 

 

SON’DAN ÖNCE ÖNEMLİ BİR NOT.

 

Geçen gün yakın bir arkadaşımın davetini kabul edip evine gittim, sohbet etmek için. Kendisi önemli bir bilim adamı ancak felsefeyle, ezotorik konularla da bir hayli içli dışlı. Sık sık bu tür toplantılara, konferanslara gidiyor, Bu konudaki yayınların da hızlı bir takipçisi.  Evinde muazzam bir kütüphanesi var. İtiraf edeyim davetini kabul etmemdeki önemli unsurlardan biri de bu. Hoşbeşten sonra o kahve hazırlamaya mutfağa gittiğinde ben doğal olarak hemen kitaplara saldırdım. Bir hayli ilginç kitabın arasında biri vardı ki elime alıp karıştırmadan, içeriğine şöyle bir bakmadan duramadım. Salonda televizyonun önündeki sehpanın üzerinde duran (herhalde okuyordu) normalden büyük ebatlı mavi kapaklı bir kitaptı. Felsefi konuları anlatan bir kitap. Dayanamadım kitabı elime alarak şöyle bir göz attım. Kitabın sonlarında sayfa sayfa açıklanması çok zor (hatta benim gibi sıradan bir için imkânsız) bir takım felsefik konular örneklemelerle anlatılıyordu. İşte duru görü, levitasyon, uzaduyum gibi. Bu felsefi/ruhsal yetenekleri irdelerken üstat Dynamo’dan bahsediliyor ve bu “üstadın” Londra Thames Nehrinin üzerinde, seyircilerin şaşkınlık ve hayranlık belirten çığlıklarıyla yürüdüğünden bahsediliyordu. Ve “İşte deniyordu, felsefede belli bir aşama kaydetmiş belli bir olgunluğa ermiş olanlar böyle mucizelere imza atıyorlar.” Kelime kelimesine aynı değil ama verilmek istenen mesaj buydu. Bir an durdum, düşündüm, doğru muydu bu okuduklarım, yoksa gözlerim bana oyun mu oynamaktaydı? Sen koca bir kitap yaz, felsefeyi yala yut, sonra bu ciddi kitabında bir sihirbaza, göz bağcıya yer ver felsefik kahraman, üstad olarak. Gülsem mi, ağlasam mı karar veremedim. Google arama motoruna Dynamo diye yazdığınızda Avrupa’nın sayılı sihirbaz/gözbağcılarından olduğu kolayca öğrenilecek olan 29 yaşındaki bu adamı, geçen haziranda illüzyonist Steven Frayne'i (Dynamo) Londra'nın ünlü Thames Nehri üzerinde 'yürürken' görenler, hayret içinde birbirlerine şu soruyu soruyordu. Aman Allah’ım bu nasıl olabilir? Frayne ise o sırada halinden gayet memnundu. Çünkü insanları şaşırtmak, onun için bir tür varlık sebebiydi.  Bu gerçekten yetenekli sihirbazın sırları yine Google’da su üzerinde yürümek numarası da dahil en ince ayrıntılarına kadar anlatılmakta. Hatta biraz araştırma yapıldığında bu yeteneğin teknolojiyi de kullanarak daha da ilginç ve inanması güç numaralar gerçekleştirdiğini de seyretmek mümkün.  Youtube’da yüzlerce videosu var.

 

Koskoca iddialı kitabı yazan bu iki değerli yazarımız, ya okurları her okuduklarına/duyduklarına araştırmadan inanan o “seçkin” kitlenin bireyleri olarak görüyor, ya da septik bir insanın, sorgulayan bir beynin bu kitaba nasılsa ilgi göstermeyeceğini, ilgisiz kalacağını umuyor. Ha bu arada, İnanılmaz Sihirbaz Dynamo şovuyla, Discovery Channel'da her hafta Türk seyircisiyle buluşmaya devam ediyor. Araştırmadan bilimsel kitaplar yazan yazarlara (!) duyurulur. Ne var bunda, basit küçük bir hata demeyin. Şeytan ayrıntılarda gizlidir.

AMENHOTEP
MENKHEPERURE
NEBMAATRE
BITHIAH
  • YORUMLAR (0)
  • YORUM YAP
    • İlk yorumu sen yap.
  • Ad Soyad E-mail Adres Yorum