SİTEDE ARA

ÜSKÜDAR53… A.C.NİN GAYRİRESMİ ŞEMSİPAŞA TARİHİ... HRİSOPOLİS’ CHRONOCİLES
31 Ocak 2018

Yaşadığınız şu anda oturup geriye, çok gerilere, maziye baktığınızda neler gelir gözünüzün önüne? Tahsil döneminiz? Okul arkadaşlarınız? Mahalle arkadaşlarınız? Komşu amcalar, teyzeler? Mahalle bakkalınız? Unutamadığınız öğretmenler? Çocukluğunuz? Gizli gizli içtiğiniz ilk sigara? Kavganız? Askerliğiniz? Nişanlandığınız gün? Düğününüz? İlk çocuğunuzun doğumu? Çocuklarınız? Büyümeleri? Tahsilleri? Mezuniyetleri? Emekli olduğunuz gün? Oğlunuzun büyüyüp koca adam olup askere gidişinin hüznü? Dönüş sevinci? İşe girmesi? İlk maaşı? Terfileri? Nişanlanması? Gelininiz pardon kızınız? Evlenmeleri? Torun? Torunlar? Daha neler neler.. Bunlara siz yüzlercesini daha ekleyebilirsiniz. İnsan hayatı böyledir işte. Her geçen günün mazi olduğu bir yaşam döngüsüdür sürekli içinde olduğumuz. Herkesin farklı koşullarda, farklı alanlarda verdikleri bir savaş. Kiminin kazanıp, kiminin kaybettiği, çoğumuzun da bazen kazanıp arada bir de olsa kaybettiğimiz uğraşlar yumağı. İşte böylesine yoğun bir hatıralar silsilesi vardır insanın belleğinde. Onu açtığınızda, zamanında önemli bulup ta kaydettiğiniz her şey yerli yerinde durduğunu görürsünüz orada. Bazı sayfaları eskimiş, sararmış, kopmuş da olsa her şey, tüm yaşananlar tüm acı/tatlı anılarınız orada, belleğinizde durmaktadır. Aralamasını, açmasını bilirseniz, sırayla birbiri peşisıra anlatırlar kendilerini, akan bir su misali.

 

İşte ben bugün bu defterin sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. Tüm defteri değil tabi, bazı bölümlerini. Çünkü inanıyorum ki, bu defterin ilk sayfasından anlatmaya başlasam, tüm anılarımın kocaman bir ansiklopedi haline getirilmesi gerekiyor, tıpkı sizinki gibi, herkesinki gibi. Eskiden, maziden, geçmişten bahsetmek, konuşmak nispeten daha kolaydır da yazmak zordur. Konuşurken anlatacağınız konuya odaklanır anlatırsınız, kolaydır ama yazarken bir kelime hemen belleğinizdeki sımsıkı, o güne kadar hiç kilidi kurcalanmamış kapılardan birini aralayıverir ve başlar anılar boşalmaya. Bu kapının arkasındaki hatıralar henüz tam bitmeden yine yeni bir çağırışım, haydi başka bir kapı. Böylece sürer gider yazma işlevi, bitmek bilmez. Eskimiş hikâyeler, yaşadıklarınız durmaksızın dökülüverir kâğıda. Bazen hızlarına erişemezsiniz, bazen de dalıp uzun uzadıya düşündürürler dalgın dalgın oradan oraya savurarak. Neydi?, neredeydi?, nasıldı?, kimdi? Kendinizi bitip tükenmeyen muazzam bir döngünün içinde buluverirsiniz.

 

Doğrusunu isterseniz ben bu satırları yazarken bencildim, keyfimce davrandım. İçimden geldiği gibi oradan oraya atlayarak ancak “hedef konudan” şaşmayarak hikâyelemeye çalıştım. Çünkü bir konu başlığı altında anlattıklarım okuyucuya karışık gibi görünse de, aslında onlar tüm hikâyemi oluşturan parçalar bütünü. Hissettiğim gibi, algıladığım, hatırladığım gibi çocukluğumda, gençliğimde ve sonraları yaşadıklarımı acısı ve tatlısıyla gürül gürül anlatmalıydım, durmadan, hiçbirini atlamadan, boş vermeden. Ve öyle de oldu.

 

Öte yandan yapacağımız iş çok zor. Günümüz çocuklarının, gençlerinin bizim o yıllardaki mutlu yoksulluğumuzu, teknolojik fakirliğimizi anlamasını bekleyebilir miyiz?  Öyle ya gözünü her şeyin mümkün olduğu bir dünyada açan, bir tuşa dokunarak milyarlarca km. uzaktaki yıldızları karşısına getiren, yine bir tuşla evrenin sırlarını, makro ve mikro dünyaları tanıyan, cebindeki minicik telefonla dünyanın ta öbür ucundakiyle konuşup hasret gideren günümüz gençlerinden, mesela benim az sonra anlatmaya başlayacağım o yıllarda Ayvalık’taki amcamla konuşabilmek için Üsküdar Postanesinde, hem de sırılsıklam bir Ağustos sıcağında tam yedi saat beklememi anlamalarını nasıl beklerim?  Gerçekten çok zor.

 

Üstelik sen bu kitaptaki son cümleni yazana kadar teknolojik olarak her şey öylesine değişecek ki, şimdilik sadece sesini duyabildiği Amerika’daki arkadaşının bu kez resmini cismini de görecek telefonunun ekranında. (Nitekim oldu da, 3G, 4,5G teknolojileri) Peki ne yapalım? Bırakalım mı? Yazmayalım mı? Hayır, niyetimiz o değil,  bütün bu koşullara karşın biz yine de anlatımımızı sürdüreceğiz, fazla değil son 40–50 yılda insanımız nerelerden bugünlere geldi, hep birlikte bakacağız. Kimi okuyucu elindeki kitaba bir masal, bir bilim kurgu kitabı gibi davranacak, kimiyse “yok artık, o kadar da olur mu?” deyip kenara atıverecek, ama bence her ikisi de sabretsin, zor da olsa son satırı okuyup bitirene kadar dayansın. Çünkü herkesin geçmişi, olmuşu, kendinden önceki kuşakların gündelik yaşamlarını, örf ve gelenekleriyle tanıma mecburiyeti ve de hakkı vardır. Herkesin her geçen yılla nerelerden nerelere gelindiğinin bilmesi gerekir. Hani derler ya, dünü olmayanın bugünü de olmaz, diye. İşte bizim de olayımız o. Dünü hatırlayalım, unutmayalım, nerelerden nereye geldiğimizi yadsımadan. 1960’lı yıllarda başlayan ve son noktasının ne zaman, nerede, nasıl, kiminleyken konacağını bilmediğimiz bu hikâyeler bütünü bakalım bize neler neler gösterecek.

 

Elinizdeki bu eser bir tarih kitabı değil, belgesel, dokümanter hiç değil. Anlatılanların hepsi 1960’lı, 70’li yıllarda bir çocuğun, yeni yetmenin, delikanlının gözüyle, gönlüyle yaşadıkları. O dönemin Üsküdar İskelesini, Balaban’ını, Şemsipaşa’sını, Salacak’ını dolu dolu yaşamış birinin anıları. Elbette ki o yıllarda başka semtlerde, mesela Moda’da,  Kızıltoprak’ta, Taksim’de, Sarıyer’de, Etiler’de, Aksaray’da, Bakırköy’de vd. farklı olaylar, çocukluklar yaşanmıştır. İstanbul’un başka yerlerinde pek çok şey daha farklı, daha gelişmiş, daha zengin ya da fakir olabilir. Bizde elektrik bile bir lüksken, Beyoğlu’nda, Şişli’de, Moda’da yaşayanların sosyal hayatları daha farklıdır.

 

Ama burada benim anlattıklarım sadece o yıllarda bütün dünyamı oluşturan Üsküdar, Doğancılar, Ayazma Mahallesi, Tulumbacılar Sokağı, Şemsipaşa ve Salacak’la sınırlı. Başka yerleri, başkalarını bilemem ama ben az sonra okumaya başlayacaklarınızla mutluydum. Binlerce yaşıtımın yukarıda saydığım ve de bunlara ilave edilebilecek daha pek çok semtte kâh benimkilerle buluşan, kâh benimkilerden son derece farklı çocukluk anıları, anlatacakları vardır. Mutlaka onlar da son derece ilginç, son derece özel ve güzeldir. Ama bu kitaptakiler benim yaşadıklarım, gördüklerim, geçirdiklerim, sadece benim, beni ben yapan anılarım.

 

1953 yılının sıcak bir ilkbahar sabahı, 27 Nisan’da gözlerini karşı bahçedeki vişne ağacının bembeyaz çiçekleriyle birlikte açan Mehmet oğlu Alnur Ceyhan’ın anıları bunlar. Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, komik veya üzücü ancak hepsi benim ve de benim oldukları için de sizlerle paylaşıyorum. Yaşadıklarımı olabildiğince detaylı bir şekilde, hatırlayabildiğim en küçük ayrıntılarıyla anlattım. Özellikle ilkokul dönemine ait olup ta pek emin olamadıklarımı halen hayatta olan büyüklerime onaylattım ve de haklı olduğumu görünce cesaretlenip, her detaya girmeye özen gösterdim. Umarım “Alnur Ceyhan’ın Gayri Resmi Şemsipaşa Tarihi”ni okurken sıkılmaz, yazarken aldığım zevki, sizler de okurken benimle paylaşırsınız.

         

Özellikle bu kitabı okumaya başlayacak gençlerin göz ardı etmemelerini istediğim önemli bir husus var. Bu kitapta anlatılanların yaşandığı yıllarda teknoloji yoktu desem yeridir. Ev telefonları, otomatik çamaşır makineleri, renkli televizyonlar kısacası şu anda sahip olduğumuz tüm modern araç/gereç hayaldi, hem de en safından. 1972 yılının sıcak bir Ekim günü Ile-de-France’da yer alan Fransa’nın en büyük havaalanı Paris Charles de Gaulle’e indiğimde, neye uğradığımı şaşırmıştım. Düşünsenize Üsküdar nere, Paris nere? Hem de o yıllarda.Beni karşılayan papazların güler yüzü garipliğimi, çekingenliğimi, şaşkınlığımı bir nebze olsun azaltsa da, uykusuz geçen o geceden ve ertesi gün sabah kahvaltısından sonra dünyanın değişik ülkelerinden gelen 12 tıfıl çocuğu bir midibüse doldurup Paris’e, gezmeye, tanıtmaya götürmüşlerdi. Herşey o kadar hayalî, farklıydı ki.  Bırakın din, dil, kültür farklılığı, bambaşka bir âleme gelmiş gibi hissetmiştim kendimi. Ünlü Printemps AVM sine girdiğimde ortamdan çok şaşırmış, yürüyen merdivenlere binip binmemekte bir süre tereddüt etmiştim. Her neyse, özet olarak şimdilerde sahip olduklarımızın bir zamanlar yurdumuz insanı tarafından hayal bile edilemediğini göz ardı etmeden, Türkiye’nin son 40–50 yıllık yakın tarihinin bir aynası olarak okumak gerekir bu yazılanları. Benim hala aklımı kurcalayan soru şu. Her iki dönemi de yani eski yokluk ve günümüz varlık yıllarını gören bizler mi daha şanslıyız, yoksa her şeyin en modernini, en lüksünü yaşayan şimdiki gençler mi?

 

Belki biraz kendime ve akranlarıma torpil yapıyorum ama galiba bizler bu yukarıda saydıklarım ve de okuyucuyu sıkmamak için devam etmediğim pek çok konuyla şimdikilerden daha şanslıydık. Öyle ya, köşe bucağı sarmış yeşili, bomboş arsaları, toprağı, saklambacı, sekseki, şakır şakır yağan yağmurun oluşturduğu dereciklerde tahta parçalarıyla gemicilik oynadığımızı vb. unutmak mümkün mü?  Ya o her yanı bembeyaz, sessiz bir örtüyle kaplayan karda, okul çantamızın, bir tahtanın veya bir merdivenin tepesinde Şemsipaşa yokuşundan aşağı çığlık çığlığa kaymamızı yadsıyabilirmiyiz? Şimdilerde yayaların kaldırımlarda bile yürümekte zorlandığı, o arabasız, boş sokaklarda evlerimizin hemen yanındaki arsalarda top oynayıp, çember çevirdiğimizi de unutacak mıyız?  Düşüp dizimizi kanattığımız, bahçelerden meyve çaldığımız, kuka, körebe, birdirbir oynadığımız, uçurtma uçurduğumuz, çember çevirdiğimiz, telden yaptığımız uydurma arabalarla şoförlük yaptığımız, sopalara at gibi binip İsmail Amcadan aldığımız su tabancalarıyla kovboyculuk oynadığımız o günler hiç yaşanmadı mı? Ayazma Camii önündeki alanda az mı mahalle maçı, mahalle kavgaları yaptık, kafamız yarıldı, düştük kolumuzu, bacağımızı bereledik? Bizim mahallenin kızlarına asılıyorlar diye aşağı mahallenin çocuklarını az mı dövdük? Uğruna kavga ettiğimiz kızlara bunları abartarak anlatmadık mı?

 

Sokakta bulup sahiplendiğimiz siyahlı beyazlı köpeğimiz Tom (O yıllarda elimizden düşürmediğimiz Tom Miks, Teksas, Tex, Kinova,  vb. çizgi roman kahramanlarından birinden Tom Miks’ten mi kaynaklanıyordu bu isim, hatırlamıyorum) için az mı mahalle kasabından yalvar yakar kemik istedik? Salacak İskelesi’nin yanındaki kayalıklarda sinek iğnesi ve hamurla tuttuğumuz çırçır, kaya balıklarını komşumuz tanıdığım ilk hayvan sever kedici Naciye Teyzeye on kuruşa satmaz mıydık? Şemsipaşa’da annemizden gizli, büyükannelerimizin diktiği beyaz donlarımızla o tertemiz denizde özgürce yüzdüğümüzü, ilkokuldaki ilk aşkımız olan sevdiğimiz kızın bir türlü tutmaya cesaret edemediğimiz eline tesadüfen şöyle bir değdiğimizde duyduğumuz utangaç mutluluğu da es mi geçeceğiz?

         

İlk satırlarını okumaya başladığınız bu kitap 1970’lerin (ve az daha öncesinin) İstanbul’unu, Üsküdar’ını, Beyoğlu’nu, Bebek’ini, Karaköy’ünü vs. anlatan bir eser değil. O yıllarda İstanbul nasıldı, nerelerde yerleşim vardı, halk nasıl yaşardı, Ramazan’da neler yapılırdı, Ramazan (Şeker) ve Kurban Bayramlarına nasıl hazırlanılırdı, İstanbul’un o tadına doyulmaz suları hangileridir gibi daha nice konuları burada bulamazsınız, çünkü tüm bunları ben de sonradan öğrendim. Bazı üstatlar yazdıkları o günlere ait kitaplarda bu hususları öylesine lezzetli anlatmışlar ki, zaten benim bu alanda onların yazdıklarının üzerine birşey katmam olanaksız. İşte bu nedenle ben sadece kendi bire bir yaşadıklarımı kaleme aldım, herkesin İstanbul’unda değil, yalnızca benim bütün Üsküdar’ımda, İstanbul’umda.

 

Okurda genel bir fikri oluşturacak bilgileri vermek olası, hani Üsküdar’ın tarihi, geçmişteki isimleri şunlardı, ilk yerleşenler bunlardı falan diye. Ama o bence sadece uzmanların, arkeologların harcı. Biz ise başlarken dediğimiz üzere sadece son 40-50 yılın Üsküdar’ını anlatmayı planlıyoruz, hatırlayabildiğimiz tüm ayrıntılarıyla. Bu ayrıntılarda nice anı, macera, sevinç, hüzün saklanmıyor mu?

 

İşte biz bunu yapmaya çalıştık, çocukluğumuzun geçtiği semtlerdeki o yılların bir gayri resmi tarihini hazırladık görüp, yaşadıklarımızla. Hiç şüphesiz bizden bir sokak, bir mahalle yukarıdaki bir yaşıtımızın gözlemleri, yaşadıkları, anıları farklıdır ki bu da son derece doğal. Başkaları da yazarsa oturur, keyifle onları da okuruz. Ayrıca bu çeşitlilik son derece de güzel, ilginç olur.

 

Bu kitabın zorluğu ki aynı zamanda çekiciliğidir ne biliyor musunuz? 1980 yılı bence Türkiye’nin teknolojik, ekonomik kaderinin kırılma noktasıdır. Tabi ki her şey bir anda olmadı, yavaş yavaş günbegün gelişti ve birden bir baktık ki sanki çağ atlamışız. Renkli tv.ler, otomatik çamaşır, makineleri, buzdolapları, bulaşık makineleri, Avrupa sigaralar, otomobiller, otobüsler, cep telefonları vs. hepsi bu çağ atlamanın peşi sıra gündelik yaşamlarımızda yer almaya başladı. Sözüm mutlak çoğunluğa, geniş halk kitlelerine doğal olarak. Çünkü her devirde olduğu gibi bundan 40-50 sene öncesinde de, normal, sıradan halktan, sokaktaki vatandaştan,  daha iyi gelir düzeyine sahip, bizim bilemediğimiz, hayal bile edemeyeceğimiz varlık ve lüks içinde olanlar vardı mutlaka. Ama inanın Şemsipaşa sahiline oturup, karşımdaki o muhteşem manzarayı, İstanbul siluetini seyrederken, Taksim, Nişantaşı, Beyoğlu, Şişli’ye bakarken acaba oradakiler nasıl yaşarlar, ne yer içerler diye hiç mi hiç düşünmedim. Bir başka deyişle o yıllarda bu saydığım muhitlerin yerini bile bilmezdim, çünkü oralar benim dünyamın sınırları dışındaydı, yabancı bir şehir hatta ülkeydi sanki karşı kıyılar.

 

Koca kentteki diğer semtlerin ilgimi çekmesi Karaköy, Kemeraltı’ndaki  Saint Benoit Fransız Koleji’ne 1963 yılında girmemle başladı. Galatasaray Lisesi, Saint Joseph ve Saint Benoit’nın sınavlarına götürmüştü babam elimden tutarak. Tesadüf bu ya (!) her üçünü de kazanmıştım, hem de ilk üçte. Tesadüf ya da kısmet her neyse. Ama nedenini bilmem (bunca yıl babama neden bu okul diye merak edip hiç sormadım) kısacası bu sonuncuya S.B.’ye kesin kaydımı yaptırmıştı babam.

 

2 yıl hazırlık sınıfıyla ( o yıllarda öyleydi) tam 8 yıl, her yıl yaklaşık 8 ay süren okul döneminde her gün Asya’dan Avrupa’ya 2 vasıta değiştirerek gittim, yollarda, okulda, sayısız insanla tanıştım, olaylar yaşadım ve İstanbul hakkındaki ilgim ve bilgim bu sürede arttı. Ama yine de Boğaziçi Köprüsünün henüz yapılmadığı yıllarda arabalı vapur Üsküdar İskelesine kapağını atıp ta, karaya ayak basınca içimdeki o Üsküdar tutkusu yeniden alevlenir, Balaban, Reji (Tekel), Kuşkonmaz, Şemsipaşa, Ayazma Camii, evim derken, karşı kıyıda yaşanılan her şey unutulurdu.

 

Şimdilerde Şemsipaşa sahilinde oturan çiftler İstanbul’un o muhteşem siluetine bakıp gelecek planları yapmaktalar. Bense o çocukluk yıllarımda dahi hep Şemsipaşa’ya, meydandaki kocaman havuza, sahildeki bayramlarda üzerinde ışıklı yazılar yazan demir konstrüksiyonlara, yemenicilere bakardım hayaller kurarak. Hani bayağı hayalperesttim de ha. Bazen kafayı yiyorum galiba desem de sonunda hayallerimin bir bir gerçek oldu. Hayatta başarılı olma yolumun çocuklukta kurduğum hayallerden geçtiğine inanıyorum. Bence hayaller, kurgular yaşamın yapıtaşlarıdır. Hayal etmeyen, gerçekçilik katılığında yaşayanlar insanları bekleyen maalesef büyük hayal kırıklıklarıdır. Önce hayal edeceksin, sonra, sonra onları teker teker gerçekleştirme çabası içinde olacaksın. Ne demiş Edison “İcatlar hayal etmeyle başlar.” Peki, ben tüm hayallerimi gerçekleştirdim mi? Elbette gerçekleştirdim, yok yok şaka, biri hariç hepsini başardım. Gerçekleşmeyen hayalimin hangisi olduğu da işte bu kitabın bazı bölümlerinde gizledim. Sabır ve dikkatle okursanız kitabın sonuna geldiğinizde bu bir türlü gerçekleştirmediğim, başaramadığım o saf rüyayı, hayalimi de anlamış olacaksınız. Kesinlikle…. 

 

Tarihteki ilk adı Hrisopolis (Altın Şehir) Üsküdar’ın. Şimdiki adı da bir söylenceye göre burada bulunan Esküdari denilen asker kışlasıyla, Eskütariyon (Scutarion) Sarayı nedeniyle verilmiş. Acemce Üsküdar menzilhane demek. Küçük Asya’ya gidip gelen kervanların, orduların ilk ve son menzili olduğundan da böyle adlandırılmış olabilir Üsküdar. Osmanlı’ya geçince, daha işlek bir hale gelivermiş. İstanbul’un bu eski, şirin ilçesindeki tezgâhlarda dokunan bezler, kumaşlar, ipliklerin eşi benzeri olmazmış, hele çatması pek bir rağbetteymiş. Üsküdar’ın isminin kökeniyle ilgili bu kısa ansiklopedik bilgiyi de verdikten sonra buyurun sizleri “Alnur Ceyhan’ın Gayri Resmi Üsküdar Tarihine” konuk edelim. Şöyle derin bir nefes alın, okkalı kahvenizden de kocaman bir yudum.

 

Tamam, şimdi başlıyoruz, anılarda, rüyalarda, sevdalarda gezmeye. Önce bir kendimizi tanıtacağız, arkadaşlarımızla, eşimizle, dostlarımızla, sonra sıra gelecek çevremize. Mahallemizdeki Laz ve Necati bakkalları, Âdem ve Hakkı berberleri, manav Yusuf’u, babasını, Konyalı manavı, Hamza Amca’nın fırınını, Ziya Amca’nın fırınını, buralardaki Ramazan pidesi maceralarımızı, Pastacı Şakir’i, ona rakip açılan İmrahor Pastanesini, Şemsipaşa’daki Nil Gazoz Fabrikasını, çamlıca Gazozunu, Salacak Plajını, Gazinosunu (Çay Bahçesi), Doğancılar parkı, Sunar Sineması, yazlık sinemaları Ayparkı, Tunusbağındaki Bahar’ı, Işık’ı vb.… Daha neler neler. İskele Meydanından başlayıp Nil Gazoz Fabrikasında sona eren Üsküdar Sarayı’nı, onun hemen yanından başlayıp Çiftekayalara uzanan Şemsipaşa Sarayını, oradan da Haydarpaşa’ya uzanan Harem (Kavak) Sarayını da atlamayacağız elbette. Ben yüz yıllar sonra bu saraylardan kalan kalıntılar üzerinde oynamış olduğumu öğrendimde bayağı şaşırmıştım. Şemsipaşadaki havuzu mutlaka hatırlarsınız. Orada da bir hayli maceramız bulunmakta.  Bayram günleri topladığımız bahşişlerle kurulan salıncaklara, atlıkarıncaya ve diğerlerine az mı bindik? Sokaklarımızdan geçen macuncuları, ayı oynatıcıları, hatta onlarla güreşenleri, şarkı sözü yazılı kâğıtları namelerle satan satıcıları, “Hadi yallah, Beyoğlu’na yolla” diye şarkı söyleyip camdan merak ve az biraz korkuyla kendisini seyredenlere “Abim, Ablam” diyen deli Ziya’yı unutmak mümkün mü? Eminim sizlerde de aynı duygular uyanacak okuduğunuzda.  İnanın okuyacaklarınız sizi şaşırttığı kadar da keyiflendirecek. Belki bugüne dek hiç duymadığınız ya da bölük pörçük bildiğiniz her şey bu kitapta olacak. Kim bilir siz bile kendinizi bulabileceksiniz satır aralarında.

 

Sevgilerimle..

 

Alnur Ceyhan

05.11.2008

Beycik/Kemer/Antalya

 

(Devam Edecek)

 

AYAZMA CAMİİ
SALACAK BAHÇESİ
KIZKULESİ FOTOĞRAFI - NİSAN 1971 (ÖZEL ARŞİVİM)
SALACAK İSKELESİ 1970
SALACAK İSKELESİ 1969 (ÖZEL ARŞİVİM)
KIZKULESİ AÇIKLARINDAN SALACAK VE ŞEMSİPAŞA
SALACAK 1921
SALACAK PLAJI VE YUKARIDA GAZİNOSU
SALACAK PLAJI 1971
ŞEMSİPAŞA'DAN DOLMABAHÇE (DÜN - BUGÜN)
ESKİ TÜRK FİLMLERİNDE ŞEMSİPAŞA.. GÖKSEL ARSOY
KUŞBAKIŞI SALACAK, ŞEMSİPAŞA, ÜSKÜDAR..
REJİLER YAPILMADAN ÖNCE BALABAN İSKELESİ
BURADA KOCAMAN BİR HAVUZ VARDI
ŞEMSİPAŞA SAHİL YOLU YAPILIRKEN.. (YOLUN SONUNDA PALAJA KAÇAK GİRDİĞİMİZ DEMİRKAPI)
SEAN CONNERY BİLE SALACAKTAYDI
ŞEMSİPAŞA KARAKOLU, SONRA ANADOLU SPOR KULÜBÜ, ŞİMDİ ASKERİ LOKAL
TV.DEN ŞEMSİPAŞA.. ANADOLU KULÜBÜNÜN ÖNÜNDEKİ DİREKLER.. "ÜSKÜDAR İSKELESİ.. MUHTEREM NUR VE SUPHİ KANER)
  • YORUMLAR (0)
  • YORUM YAP
    • İlk yorumu sen yap.
  • Ad Soyad E-mail Adres Yorum