Güney Afrika’da bir mağaranın derinliklerinde bulunan fosiller, aile ağacımıza sürpriz bir dal ekliyor.
13 Eylül 2013’te iki mağaracı J. Steven Tucker ve Rick Hunter Johannesburg’un 50 kilometre kuzeybatısındaki dolomit mağaralar (Dolomit, kireçtaşlarından CaO 'in yerini kısmen veya tamamen MgO 'in alması ile oluşmaktadır. Bu yüzden bileşimi açısından kireçtaşları ile ilişkisi olup, yanalda ve düşeyde daima kireçtaşları ile geçişlidir) sistemi Rising Star’a girdi. Burası 1960’lı yıllardan bu yana mağaracıların çekim alanıydı ve kanallar ve odalar ağı çok iyi haritalandırılmıştı. İki araştırmacının amacı bu mağaralar sisteminde yeni yollar, keşfedilmemiş köşeler bulmaktı..
Aslında bu ikilinin başka bir amaçları daha vardı. Bu topraklarda 20. yy. başından bu yana erken atalarımıza ait o kadar çok fosil bulunmuştu ki, bu bölgenin adı sırf bu buluşlar nedeniyle değiştirilmişti; İnsanlığın Beşiği. Artık o günler geride kalmıştı, fosil avı çoktan sona ermişti bu bölgede. Ancak iki araştırmacının ilgisini yerel bir gazetedeki küçük bir yazı çekmiş ve onları bu maceraya atılmaya itmişti. O kısa yazıda Johannesburg’daki Witwatersrand Üniversitesi’nden bir bilim insanının burada kemik aradığını okumuşlardı. Bu bilim adamı burada ne arıyordu acaba?
Mağaranın derinliklerinde, bir insanın ancak bir kolunu bedenine yapıştırıp diğerini de aynen Çelik Adam’ın uçuş pozisyonundaki gibi yukarı kaldırıp geçebileceği Superman’s Crawl (Süpermen Geçişi) adı verilen dar bir noktadan geçtiler. Zorluk bitmiyordu, sonra Dragon’s Back (Ejderha Sırtı) denilen girintili çıkıntılı bir kaya duvarına tırmandılar. Yukarı varınca kendilerini sarkıtlarla bezeli küçük bir girintide buldular. Bu ilginç alanı kameralarına kaydetmeliydiler. Rick Hunter hemen video kamerasını çıkarmış, J.S. Tucker da kareye girmemek için mağara zeminindeki bir çatlağa gizlenmişti. Ayağı bir kaya çıkıntısı buldu, sonra onun altında bir tane daha. Sonrası, boşluktu, dipsiz gibi gelen kopkoyu, karanlık bir uçurum.
Bazı yerlerde genişliği 20 cm.den bile dar bir bacadan aşağı düşerken bulmuştu kendisini. Peşinden gelmesi için Hunter’a seslendi. Neyse ki, her ikisi de ince ve güçlü yapılıydılar. Eğer göğüs kısımları biraz daha geniş olsaydı bu bacaya sığamayacaklar ve belki de son yarım yüzyılın en muhteşem ve de gizemli insan fosili keşfini yapamayacaklardı.
Bizim iki araştırmacının tesadüfen de olsa başlattıkları gizemli insan fosili keşfi işte böyle başladı. Sonra bu konuda uzman, dünyaca tanınmış paleoantropologlar* işe el attılar. Sıra onlardaydı artık.
Amerikalı Paleoantropolog Lee Berger (D. 1965 -), buradaki araştırma grubunun başına getirildi. Berger’in Witwatersrand (“Wits”) Üniversitesi’nde işe girip fosil avına başladığı 1990’ların başında, insan evriminin sahne ışıkları çoktan Doğu Afrika’nın Büyük Rift Vadisi’ne çevrilmişti bile. Çoğu araştırmacı artık Güney Afrika’yı insan evriminin ana konusu olarak değil de ilginç bir yan öyküsü olarak görüyordu, Ve Berger onların hatalı olduklarını kanıtlamaya kararlıydı. Gerçi kendisi de geride kalan 20 yıl boyunca pek de önemli keşiflerde bulunamamıştı bu bölgede ancak o Güney Afrika’da bulunacak daha pek çok insanlık hazinesinin var olduğuna tüm kalbiyle inanmaktaydı.
L. Berger’in en çok istediği şey, insan evriminin çözülmemiş en büyük gizemine ışık tutacak fosiller bulmak ve cinsimiz Homo’nun iki-üç milyon yıl önceki kökenini ortaya çıkarmaktı. Bu aralığın uzak ucunda, australopitekler* yer alıyor. Ve Australopithecus afarensis ve iskeleti 1974’te Etiyopya’da keşfedilen en ünlü üyesi Lucy* tarafından temsil ediliyor. Yakın uçta ise alet kullanan, ateş yakan, yeryüzünde dolaşan, büyük beyni ve bize benzeyen beden orantıları olan Homo erectus türü var. Aradaki milyon yıllık belirsiz süreçte iki ayaklı bir tür, yeni bir insana, sadece çevresine adapte olan değil ona hükmetmek için kafasını da kullanan bir canlıya doğru değişim geçirmişti. Peki ama bu devrim nasıl olmuştu?
Johannesburg yakınlarındaki Rising Star mağarasındaki ücra bir odada bugüne kadar yüzlerce fosil kemik ortaya çıkarıldı. L.Berger’in ekibinden Antropolog Marina Elliott,“Henüz işin başındayız” diyor.
Yapılan açıklamalara göre Homo Naledi’ye ait erkek kafatasının beyin boşluğunun hacmi ancak 560 santimetreküp. Bu da onun beyin hacminin günümüz modern insan kafatasının yarısından daha küçük olduğunu gösteriyor. Kadınlarda ise bu bölge daha da küçük.
Homo Naledi, görünüş olarak Homo Erectus gibi Homo cinslerine, Lucy gibi australopitek türlerinden daha yakın. Ancak cinsimizin diğer üyeleri tarafından paylaşılmayan yeterince özelliğe sahip olduğu için yeni bir tür adı almaya hak kazanıyor.
Farklı fosillerin üçboyutlu taramasından sonra bir araya getirilen gerçek boyutlu Homo Naledi’nin elinin kıvrık parmakları var. Bu da, türün ağaçlara ve kayalara tırmanma yeteneğini koruduğuna dair ipucu veriyor. Başparmak, bilek ve avuç kemikleri şaşırtıcı derecede modern görünümlü.
Fosil kayıtları sinir bozucu derecede belirsiz. Homo Habilis yani “Becerikli Adam” olarak adlandırılan ve Homo Erectus’tan biraz daha yaşlı olan bir tür var. Profesör Louis Leakey ve meslektaşları tarafından 1964’te bu şekilde adlandırılmasının nedeni, Tanzanya’da, Olduvai Boğazı’nda buldukları taş aletleri onların yaptığına inanmaları. Kısaca anımsamakta fayda var. 1970’lerde Louis Leakey’in oğlu Richard’ın önderliğindeki ekipler tarafından Kenya’da da bazı Homo Habilis örnekleri bulunmuş ve böylece bu tür, insan aile ağacı için pek sağlam olmayan bir temel oluşturarak kökeninin Doğu Afrika’da olduğu görüşünün yayılmasını sağlamıştı.
İnsanlığın öyküsü, Homo Habilis’ten önceki dönemlerde karanlığa bürünüyor ve bir tür adı verilemeyecek kadar yetersiz birkaç fosil parçasıyla temsil ediliyor. Bir bilim insanının deyişiyle bu fosiller tek bir ayakkabı kutusuna kolayca sığacak ve hatta yanına ayakkabıları da alacak kadar az.
Bu kısa bilgiden sonra gelelim bizim Amerikalı Paleoantropolog L. Berger’a. O daha en başından, diğer meslektaşlarının aksine Homo Habilis’in cinsimizin kökeni olarak ayrıcalıklı pozisyonu hak etmeyecek kadar ilkel olduğunu öne sürmüştü. Diğer bazı bilim insanları da kendisiyle aslında H. Habilis’in Australopithecus olarak adlandırılması gerektiği konusunda hemfikirdi. Ancak Berger, ilk gerçek Homo’nun aranması gereken yerin Güney Afrika olduğu inancında neredeyse hep tek başına kaldı. Ve yıllar boyunca önemsiz sayılacak buluntularını dizginlenemeyen bir coşkuyla yüceltmesi, sadece bazı meslektaşlarını kendisinden uzaklaştırmaya yaradı. L. Berger, alanında, Richard Leakey ya da Lucy iskeletini bulan Donald Johanson kadar ünlü bir oyuncu olacak bir hırsa ve kişiliğe sahipti. Ayrıca, yorulmaz bir kaynak toplayıcı ve kamuoyunu cezbetme ustasıydı. Ancak elinde kemik (!) yoktu.
Sonra, 2008’de, çok önemli bir keşif yaptı. Rising Star’a 16 kilometre uzaklıkta bir alanı araştırırken 9 yaşındaki Matthew ile birlikte dolomit yığınları arasından dışarı çıkmış bazı hominin fosilleri buldu. Buraya daha sonraları Malapa adı verilecekti.
Berger’in ekibi, izleyen yıl boyunca yorucu bir çalışma gerçekleştirerek tam sayılabilecek iki iskeleti kayadan yontarak çıkardı. Yaklaşık iki milyon yıl öncesine tarihlenen bu iskeletler, onlarca yıldan beri Güney Afrika’dan çıkan –yayımlanacak önemde– ilk buluntulardı. (Bu keşiften daha önce bulunan daha da eksiksiz bir iskeletse henüz tanımlanmamıştır.) Bu iskeletler birçok açıdan çok ilkeldiler ama tuhaf bir biçimde ilginç modern özellikleri de vardı.
Berger iskeletlerin yeni bir australopitek tür olduğuna karar verdi ve bu türü “Australopithecus Sediba” olarak adlandırdı. Ama aynı zamanda onun, Homo’nun kökenine dair bir “Rosetta taşı” olduğunu da öne sürüyordu. Paleoantropolojinin duayenleri onun “dudak uçuklatan” bir buluş yaptığını kabul ederken, içlerinden çoğu bu buluşu yorumlama biçimini reddediyordu. Australopithecus Sediba çok gençti, çok tuhaftı ve Homo’nun atası olabilecek kadar doğru bir yerde değildi. Bizden değildi. Aynı şekilde meslektaşları için de o, “onlardan değildi.” O tarihten sonra erken dönem Homo üzerine raporlar yazan ünlü araştırmacılar, ne kendisinden ne de buluşundan söz etmişlerdi.
Berger ise dışlanmaya aldırış etmedi ve çalışmalarına geri döndü. Malapa’dan çıkan –kendisini oyalayacak– başka iskeletler de vardı, hâlâ laboratuarda kumtaşının içinde gömülü duruyorlardı. Sonra, bir gece, fosil araması için tuttuğu mağaracı/jeolog Pedro Boshoff kapısını çaldı. Yanında Steven Tucker vardı. Rising Star’da çektikleri fotoğraflara göz atan Berger, o an, Malapa’nın beklemek zorunda kalacağını anlamıştı. Aradığı “İnsanlık Hazinesi”ni bulduğunu hemen anlamıştı.
Sonrası? Sonrası hala sürüyor, yeni yeni insan fosilleri, araştırmalar,tezler.. Ne zaman mı biter? Kimbilir? Ancak bilinmesi gereken şu ki, bazı bilim insanları, atalarımı bulup ortaya çıkarmak ve İnsanın en büyük gizemi olan kendi geçmişindeki sırrı çözmeye adamışlar kendilerini. Zor mu zor ancak kat edilmesi gereken bir yol..
Yazımızı bitirmeden kısa bir özet yapalım..
Bilim adamları Güney Afrika'da tarihi bir buluş gerçekleştirdiler. 15 farklı iskelet sisteminden oluşan bu keşif kendi alanında Afrika tarihindeki en büyük tek zamanlı keşif.
Bu buluşun atalarımız hakkındaki bildiklerimizi tamamen değiştireceğine inanılıyor. İşte başta L. Berger olmak üzere bilim adamlarının bugüne kadar tespit ettikleri veriler ışığında, Homo Naledi hakkında bilmeniz gereken 10 şey.
Bu arada son olarak konumuzla birebir ilgili olduğu için biraz Lucy’den bahsedeceğiz sizlere.
Açığa çıkarılmasından kısa bir süre sonra Lucy’nin çok önemli bir keşif olduğu ortaya çıktı, çünkü Lucy, önceden var olduğu bilinmeyen bir türe aitti. Size Lucy’nin pek az kişi tarafından bilinen bazı özelliklerinden bahsedelim..