SİTEDE ARA

TIRNOVA OLAYI…….
17 Aralık 2019

 

Doğaüstü veya eski tabiri ile “gayri tabii” olaylar, tarihin her devrinde görülmüştür. İnsan kanıyla beslenen vampirler, mezarlarından çıkıp insanları rahatsız eden yaşayan ölüler, mitolojik hikâyelerde kendine yer bulan ve halk arasında anlatılıp günümüze kadar gelen iblisler, cadılar sadece bunlardan ilk akla gelen birkaç tanesidir. Burada inceleyeceğimiz Tırnova Olayı ise, Osmanlı'nın resmi gazetesinde yayımlanmış, enteresan ve gizemli bir vak'adır.

 

Tırnova, günümüzde Bulgaristan sınırları içerisinde bulunan bir şehirdir. Sofya'nın batısında yer alır. Şehir 1393 senesinde, I.Bayezid* devrinde Osmanlı tarafından ele geçirilmiştir.

 

 

  • I. Bayezid veya Yıldırım Bayezid (1360-1403), dördüncü Osmanlı padişahı. 1389'dan 1403 yılına kadar hükümdarlık yapmıştır. Babası Sultan I. Murad, annesi ise Gülçiçek Hatun'dur. 

 

Tırnova Vak'ası ile ilgili bütün bildiklerimiz, 21 Cemaziyelevvel 1249 (6 Ekim 1833) tarihli Takvim-i Vekai gazetesinin 69. Sayısındaki birkaç sütunluk haberden ibarettir. Bu haberde, Tırnova Naibi* Ahmet Şükrü Efendi'nin (ki bazı Osmanlı kaynaklarında Naib değil, kadı olduğu belirtilmiştir) yazdığı mektubun aynen yayınlandığı söylenmektedir.

 

  • Naib, lügatte kelime olarak vekil anlamına gelmektedir. Kadıların yargı görevini yerine getirirken yardımına başvurdukları görevlilerin başında naibler yer almaktadır. Naibler, kadılar tarafından belirli bir süre veya belirli bir iş için tayin edilen yardımcılardır.

 

Mektup dönemin dili ve resmi gazete jargonu sebebiyle gayet ağır tamlamalar ve bugün için anlaşılamayacak kelimelerden oluşmaktadır. Bu sebeple biz mektupta yazanları anlaşılır biçimde bir özet halinde sunmayı daha uygun bulduk. Mektubun tamamını merak edenler gazetenin adı geçen tarihli nüshasını inceleyebilirler. Ahmet Şükrü Efendi mektubunda özetle şunlara değiniyor:

 

“Tırnova şehrinde cadı zuhur etmiştir. Görünmeyen varlıklar insanların üzerilerine taş, toprak, tabak, çanak, sahan gibi eşyaları atıyorlar. Evlere girerek bohça ve yastıkların yerlerini değiştiriyorlar. Birkaç erkek ve kadının da üstüne saldırdılar. Bunlara sorduğumuzda, 'Sanki üzerimize manda çöktü sandık!' dediler ama bir şey görmemişlerdi. İki mahalle ahalisi hanelerini terk ettiler. Cadı dedikleri bu varlıkların ahaliye zarar vermesi üzerine, cadıcılık ile meşhur olan Nikola namlı birisiyle 800 kuruşa cadıları kovması karşılığında pazarlık edildi.''

 

Civar kasabalardan İslimye'de yaşayan ve cadı çıkartmakla şöhret bulmuş olan Nikola isimli bir Rum, bu işi halletmek üzere kasabaya çağrıldı. Nikola, beraberinde getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gitti ve bunu parmağının üzerine yerleştirerek çevirdi. Resimli tahta hangi mezara dönük durduysa o mezarın cadılı olduğunu gösterdi.
 

Yapılan tahkikatta bu mezarların Ali ve Abdi Alemdar adlı iki Yeniçeri “cadı” kardeşe ait olduğu söyleniyor. Nikola ise bunlardan kurtulmak için bu mezarların cadılı olduğunu ve mezarların açılıp, cesetlerin göğüslerine birer tahta kazık çakılmasını ve yüreklerinin çıkartılarak kaynar suda haşlanması gerektiğini söylüyor. Nikola'nın Talimatlarına uyularak mezarlar açıldı. Yeniçerilerin bedenlerinin korkunç bir hal aldığını, bedenlerinin çürüyüp büyüdüğünü ve vücut kılları ile tırnaklarının uzadığını görenler korkarak dehşete düştü. Bu iki zorba, yeniçeri ocağı kaldırılırken her nasılsa yaşlarının ileri olmasından dolayı cellât eline düşmeyerek ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları zorbalığın devamı olarak şimdi de kötü ruhları zavallı kasaba halkını rahatsız etmeye başlamıştı. Günümüzde ölümden sonra bedendeki etlerinin çekildiği için kılların ve tırnakların uzamış gibi göründüğünü bilmekteyiz. Fakat o tarihlerde bu tıbbi bilgiler bilinmediği için büyük ihtimalle cesetlerdeki bu gelişimleri gören insanlar, bu Yeniçerilerin gerçekten kendilerine musallat olduklarını zannetmiş olmalıdırlar. Cesetlerin göğüslerine kazık çakılıp, yürekleri kaynak suyla haşlandıktan sonra Cadıcı Nikola, kesin bir çözüm için bu cesetlerin tamamen yakılarak kül edilmesi gerektiğini söyledi. Bunun sonucunda fetva alınarak, iki Yeniçerinin cesedi yakıldı ve böylece Tırnova ahalisi cadılardan kurtulmuş oldu.

 

Özetle; Tırnova Olayı olarak tarihe geçmiş vaka, 1833 yılında Balkanlar'da bir Türk kasabası olan Tırnova'da yapılan "Vampir Yeniçeriler” ya da "Cadı Yeniçeriler" avıdır. 




Yeniçerilerin Kültürel Soykırıma Uğradığı İddiası...

İddialara göre II. Mahmud'un* 1826 yılında yeniçeri ocaklarını kaldırmasından sonra gerçekleşen bu olaydaki asıl amaç halkı yeniçerilerden iyice nefret ettirmek ve yeniçerlere ait var olan kültürü yok etmekti. Keza korku filmlerini andırmayan bu olay neticesinde halk yeniçerilerden iyice nefret etmeye başlamış ve yeniçeri mezarları ve mezar taşları yerlerinden sökülerek kültürel miras yok edilmeye başlanmıştır. 

 

  • II. Mahmud (1785-1839), 30. Osmanlı padişahı ve 109. İslam halifesidir. Osman Gazi ve Sultan İbrahim'den sonra Osmanlı Hanedanı'nın üçüncü ve son soy atasıdır. Son altı Osmanlı padişahından ikisi onun oğlu dördü ise torunudur. Tahtta kaldığı 31 yıl, Osmanlı tarihinin siyasi açıdan en bunalımlı dönemlerinden biridir.

 

Ülkemizin önemli tarihçilerinden İlber Ortaylı, bu olaya Yeniçeri Ocağının kaldırılması hadisesinden bakmaktadırlar. 1826'da II. Mahmut tarafından tamamen silinen ocağın ardından, böyle bir haberin yazımı ile aslında Yeniçerileri kötülemeye yönelik bir propaganda amacı güdüldüğünü söylemektedirler. Bu görüş, aslında fazlaca paranormal gibi görülen bu olayı gayet somut bir zemine oturtmaktadır.

 

Osmanlı Devleti'nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme adlı makalesine bir göz attığımızda, bu konuya değinen Zeynep Aycibin’in de dönemin resmi tarihçisi Ahmet Lütfi Efendinin* bu olaydan hiç bahsetmemesine dikkat çektiğini görüyoruz. Bununla beraber kendisi Ahmet Lütfi Efendinin Tırnova Olayını pek dikkate değer bulmadığı ve olanlara inanmadığı için tarihlerinde bahsetmediği görüşünü savunmaktadırlar.

 

  • Ahmed Lütfi Efendi (1816-1907), görevinde en uzun süre bulunmuş (1866-1907) Osmanlı Vak'anüvisidir.

 

Esasında ilk bakışta bilimsel bir şekilde açıklanamaz gibi görünse de aslında hepsinin somut birer açıklaması mevcuttur. İster doğaüstü ister beşeri bir olay olsun, tarihsel vak'aları okuduğumuz anda büsbütün inanarak ve hayretler içerisine düşerek algılamak yerine, tarihsel realite ile bu olaylara açıklamalar getiren uzmanların görüşlerini öğrenmeli ve onların neticesinde bu tip vak'aları yorumlamalıyız.

 

Madem bu konuya girdik, yine Osmanlı Tarihi’nden kısa bilgilerle devam edelim.

 

Osmanlı Dönemi’ndeki korkunç cadı, vampir, zombi ve büyücülerin varlığı konusu Avrupalılarla pek yarışamasa da, yine de var. Mesela bilinen ilk cadı vakasıyla Edirne Kadısı Şeyhülislam Ebussuud Efendi bu konudaki fetvasına rastladık. Şöyle hikaye edilmekte; Edirne'de yaşanan iki ayrı cadı vakasının ilkinde cadı olduğu iddia edilen kişinin Müslüman bir erkek olduğu belirtilmiş ve halk arasında korku başlamıştı. Edirne kadısı Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin bu konudaki nasıl bir fetva vermesi konusunda tereddüde düştü. Çünkü mevcut kitaplarda önceden verilmiş böyle bir fetvanın suretine rastlayamadı ve merkeze ne yapması gerektiğini sordu. Kadıya verilen cevap, bir bilirkişi nezdinde mezarın açılması ve cenazede hakikaten cadılığa alamet hal görülürse bunun bildirilmesi yönünde oldu. Cadılığın nasıl anlaşılacağı sorusuna ise; cesedin rengi kırmızıya dönüşmüşse o cadıdır yanıtı oldu.

 

Osmanlı’da yaşanmış ikinci vakada ise; cadı olduğu iddia edilen kişi henüz üç ay önce ölmüş bir kadındır. Dolayısıyla merkezden tayin edilen ve erkek olduğunda hiç şüphe bulunmayan bilirkişinin cenazeye bakması mümkün değildir. Dört kadın getirilir ve bu kadınların şahitliği ile cesedin çürümemiş, renginin kırmızıya dönüşmüş olduğu merkeze bildirilir. Merkezden gelen cevapta, halkı korkudan kurtarmak için yapılması gereken her şeye izin verilmektedir.

 

1156 Cemâziyelâhırı sonlarında (Ağustos 1743) Terkos'a bağlı Yeniköy mezarlığında yaşanan cadı vakasında, vakanın yaşandığı yer ile merkez arasındaki yazışma, yukarıda değindiğimiz Edirne'deki hadise örneğinde olduğundan farklı ilerledi. Ne cadı meselesinin kesinleştirilmesi konusunu gündeme getirilmiş, ne de Terkos naibi cadıyı yok etmekte kullanılacak metod hakkında merkezin fikrini sormuştur. Cadı meselesini merkeze haber verdiği ilk ilamdan (bir davanın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmi belge) sonra, ikinci ilamında naib, doğrudan cadının yakılarak yok edildiğini bildirmiş, ayrıca bu yakma işinin onaylandığına dair bir hüküm gönderilmesini istemiştir.

 

Ebussuud Efendi'den önce, gömüldükten sonra mezarlarında kefensiz ve vücudu kızarmış vaziyette bulunan ölülere bir açıklama getirmesi istenmektedir. Şeyhülislamın açıklaması, bu durumun o kişinin hayatta iken kötü bir kimse olduğu şeklindedir. Sonraki soru, bu vaziyetteki bir ölüye ne yapılması gerektiği yönündedir. Ölüden bir zarar gelmeyeceğini belirten şeyhülislam açılan mezarın geri kapatılması gerektiğini söylemekte, bunun ardından gelen, cesedin mezardan çıkartılıp yakılmasının uygun olup olmayacağı şeklindeki üçüncü soruyu da tek kelime ile olumsuz yönde cevaplamaktadır.

 

Dördüncü soruda bu kez, Selanik köylerinden birinde yaşanan hadise üzerinde durulmaktadır. Bir gayrimüslim ölüp defnedilmiş, fakat çok geçmeden bu kişi gece yarılarında köydeki diğer gayrimüslim vatandaşların kapılarında görülmeye başlamıştır. Her kimin kapısına giderse ertesi gün o gayrimüslim de ölü bulunmaktadır. Bu şekilde ölenlerin sayısı günbegün artınca durumdan tedirgin olan Müslüman vatandaşlar köyü terk etmelerinin şer‘an caiz olup olmadığını merak etmektedirler. Ebussuud Efendi'nin cevabı yine kısa ve net bir şekilde Müslümanların yerlerini terk etmelerinin caiz olmadığından yanadır. Ebussuud Efendi hadisenin hikmeti konusunda, bunu izahta aklın ve dilin yetersiz kalacağı, konu hakkında bilgi sahibi olanların bildirdiklerini nakletmenin ise lafı çok uzatacağı şeklinde kaçamak bir cevap vermiştir.

 

 

Evliya Çelebi Cadıların Savaşı’nı gördü!

Bu tür hikâyelere girince, hiç bizim meşhur Evliya Çelebimizin konuya ilişkin anlattıklarını okumadan geçmek olur mu? Olmaz elbette.

 

Evliya Çelebi Hicri 1076 Şevvalinin 20. gecesi Şevval Ayı (Ramazan Bayramı'nın 1. Günü ile birlikte başlar. Dolayısıyla 2020 yılı Şevval Ayı'nın 1. Günü 24 Mayıs 2020 Pazar Günü'ne denk gelecektir) Hatukay Çerkez diyarının 300 küsur haneli Pedsi köyünde cadıların gökyüzündeki savaşına şahit olduğunu yazmış. Zifiri karanlık bir gecede yıldırımlar aniden kıyametler gibi kopmaya başlar. Evliya civardaki Çerkezlere sorup, “Vallahi yılda bir defa böyle karakoncolos gecesi olur, Çerkez oburları (cadıları) ile Abaza oburları göklere uçup ceng-i azim eder, vuruşurlar” cevabını alır.

 

Yanındakilerle dışarı çıkan Evliya Çelebi, büyük ağaçlar, küpler, tekneler, hasırlar, araba tekerleri ve daha nice benzer eşyalara binmiş Abaza cadılarıyla, at ve sığır leşlerine, deve ölülerine binmiş, ellerinde yılanlar, at - deve kelleleri olan Çerkez cadılarının savaşa tutuştuklarını görür. 6 saat süren bu çatışmada büyük bir gürültü duyulur ve gökten keçe, sırık, küp, tekne, kapı gibi eşya parçalarıyla, araba tekerleri at, insan ve hayvan uzuvları yağar. 7 Abaza Cadısı ve 7 Çerkez Cadısı yere düşünce Çerkez Cadıları hemen 2 Abaza Cadısı’nın kanlarını emerek öldürür ve ölülerini ateşe atar. Horozların ötmesiyle son bulan savaşın ardından diğer cadılar da gider. Evliya Çelebi böyle hikâyelerin gerçek dışı olduğunu fakat kendisinin bunu görüp yaşadığını (!) ve hayrete düştüğünü belirtir.

 

Esasında Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde bu ve benzeri birçok inanması güç yazılara rastlanmaktadır. Bunların yanı sıra Evliya Çelebi, gezip gördüğü mekânları ve bölgeleri çok iyi ve gerçeğe yakın bir biçimde tasvir etmiştir.

 

Osmanlı’da kan içen Zombiler...

Karakancolos Geceleri’nde ortaya çıkan ve insan kanı içen cadıları da yazan Evliya Çelebi bazı gecelerde cadıların musallat olduğu kişinin kanını içip hasta ettiğini anlatıyor. Evliya Çelebi’nin anlattıklarına göre; kanı içilen insanın kimsesi yoksa o kişi yatağa düşüyor ve ardından ölüyor. Eğer kanı içilen insanın yakınları varsa bir cadıcı ile mezarlıkları dolaşıp, cadının çıktığı toprağı eşilmiş mezarı bulup orada kan içen cadının leşi bulunuyor. Hemen ardından cadı mezardan çıkarılarak göbeğine böğürtlenin kazığı çakılıyor, ardından da cadının ölüsü yakılıyor. Böylece cadının sihri yok olurken kanı emilen kişi de şifa bulurmuş.

 

Osmanlı’da vampir gerçeği...

Evliya Çelebi Osmanlı Döneminde ‘yaşayan insan kanı içen cadılar’ olarak tanımladığı vampirleri de şöyle anlatmış: Bu cadılar (vampirler) halkın arasında gezer ama kimliklerini ortaya çıkarmazlar. Zamanı gelip kudurunca tuttuğu birinin kulağının arkasından kanını emer. Kanı emilen kişi gün be gün hasta olur. ‘Cadı Üstadı’ bulunup, gözleri kan içmekten kan çanağına dönmüş olan o cadı aranır ve yakalanınca zincire vurulur. 3 gün 3 gece zincire vurulan cadı, yaptığı işi ve cadı olduğunu itiraf edince onun da göbeğine böğürtlen çubuğu sokulur. Cadıdan çıkan kan, kanı emilen kişinin yüzüne sürüldüğünde kişi şifa bulur. Cadının leşi hemen yakılır. Bu cadılık derdi vebadan daha kötüdür. Genellikle Moskof, Leh, Çek taraflarında yaygındır.

 

Osmanlı’da Bulgaristan’da büyücü kadın!

Evliya Çelebi’nin Osmanlı Dönemi’nde Rumeli denilen günümüzde Bulgaristan’ın Çalıkkavak köyünde Müslüman olmayan bir ailenin evinde konaklamakta olduğu sırada yazdığı anıları ise diğerleri kadar tüyler ürpertiyor. İşte Evliya Çelebi’nin yaşadıkları: Ateş karşısında istirahat ederken, kapıdan saçı başı dağınık, çirkin yüzlü, yaşlı bir kadın girer. Ateşin başına oturan kadın kendi lisanında küfürler etmeye başlar. Evliya, önce dışarıdaki adamlarının kadını kızdırmış olabileceğini düşünür ve onları ğırtıp sual ettiğinde, “Haşa bir şeyden haberimiz yoktur” cevabını alır. Sonra bu acuzenin etrafına kızlı erkekli 7 çocuk gelip onlar dahi ateşin etrafına çökerler ve hep birlikte “çağıl, çağıl” diyerek Bulgarca konuşmaya başlarlar. Evliya ise “ne garip temaşadır” edasıyla bunları seyre koyulur. Oturduğu yerde uykuya dalan Evliya Çelebi gece yarısı gürültüyle uykusundan uyanır ve karşısında cadının ocaktan bir avuç kül alıp kendi cinsel organına sürdüğünü görür. Ardından cadı 7 çocuğuna kül püskürterek onları iri piliçlere döndürür. Sonra kendi başına da külü döker ve o da büyük bir tavuk olur. O an evliya, “bre oğlan” diye feryat ettiğinde, adamları hemen koşup gelirler ve Çelebi’nin burnundan kan boşladığını görürler. Evliya ise onlara, “bu ne haldir bre, dışarı çıkın bakın hele bir gürültüdür kopuyor” der. Dışarı çıkan adamlar tavuğa dönmüş cadıların atların arasında gezdiğini atların da çıldırdığını görürler.

 

Bundan sonrasını Evliya'nın adamı şöyle anlattır; “Bir baktık ki bir kefere, zekerini çıkarmış tavukların üzerine sepe sepe işemektedir. O an sekiz tavuk benî âdem (insan) olup biri yine o ihtiyar acuze oldu ve o işeyen kefere ve sair kefereler acuze kadını, çocukları kollarından tutup döve döve bir tarafa götürdüler. Ardı sıra gidip baktık ki meğer vardıkları yer kilise imiş. Hatunu papaza teslim edip papaz okuyup üfleyerek ‘afaroz-u mandolos' eyledi.”

 

Evliya anlatısına şöyle devam eder; – Bu olay üzerine adamlarım yemin verdiler. ‘Antepli Müezzin Mehmet Efendi ve adamları, Mataracıbaşı ve adamları hepsi bu olayı görüp tavuğun insan olduğuna şahit oldular' dediler. O gece sabaha kadar korkumdan veya kanımın hareketinden burnumun kanı dinmedi. Ta vakit sabah olduğunda kandan kurtuldum. Sonra müezzin ve mataracının adamlarını çağırıp sordum -Vallahi akşam tavukların üzerine o Bulgar kefere işeyince tavuklar adam oldu. İsterseniz işeyen herifi getirelim.– dediler. Ben de ‘Canım, haydi getirin.' dedim. Gelen Bulgar gülerek; ‘Sultanım, o karı başka soydur, yılda bir kere kış geceleri öyle karakoncolos (Karakoncolos, Bulgar, Türk ve Anadolu halk kültürlerinde Kış Cini) olurdu ama bu yıl tavuk oldu, kimseye zararı yoktur.' deyip gitti. İşte bu hakir mezkûr Çalıkkavak'ta böyle bir temaşaya şahadet edip aklım başımdan gide yazdı ve Çalıkkavak balkanı'nın hâl-i ahvâl-i pûr-melâli böyledir, Hudâ hıfz ide” -Allah Korusun - diyerek anlatıyı noktalar.

 

 

Tatar Büyüsü

Tatar vilayetinden İstanbul’a dönmekte olan Evliya Çelebi yaşadıklarını şöyle anlatmış:

Yolda, artık çarşı, pazar, dükkân ve hamamları kalmamış bir zamanların virane şehrinden geçerken Evliya “zaman-i kadimde bu vilayetler âbâd idi, ammâ şimdi harab olup akçe ve pul ve bâğ u bâğçe ve çârsû-yı bazar ve hân u hammâm ve dahi kilise dahi kalmamıştır. Ahali ise ne kâfirdir ne müselmân.” dedi.

 

Dedikten sonra, “Bu kalelerin bazıları zamanında değerli mücevherlerle süslenerek yapılmışlarsa da Tatar eline girdikten sonra sual ne lâzım, cevâhir mi kalır?” diye serzenişte bulunur. İstanbul yolunda Azak'tan doğru ilerleyip Kuban nehrini geçmek zorundadırlar. Gemi olmadığından nehrin kenarına varıp çadır kurmak isterler, fakat soğuktan donmuş toprağa çadır kazıklarının girmesi mümkün olmaz.

 

Ardından bir köse Kalmuk Tatarı çıka geldi ve Paşa'ya: “Paşa bana zararının dokunmayacağına yemin ver” dedi. Paşa da Kuran'a el vurup yemi etti. Bunun üzerine Kalmuk: ‘Sultanım, sizin başınıza rüzgârı, kızıl kıyameti koparan, bu kadar arabaları, çadırları yere vuran bendim ki marifetimi size izâr edeyim istedim. İmdi, eğer bu nehri aşmak niyetindeyseniz, bana bir at, bir kürk ve yüz kuruş verin. Yine kızıl kıyamet koparıp ve bu suyu dondurup, buz hâline koyayım. Cümleniz selametle karşıya geçip, maksadınıza nail olasız” dedi.

 

Mehmet Paşa, ‘Bre medet, öyle olsun hadi!' deyip, Kalmuk'un istedikleri verdirtti. Kalmuk, atını alıp, bir tarafa bağladı ve orman içine doğru yürüdü. Evliya Çelebi Kalmuk'un yaptıklarını gizlendiği yerden hayretle izliyordu. Kalmuk Tatarı bir ağacın dibinde def-i hacet edip kıçını yukarı çevirip kar üstünde taklalar atarak bir takım hareketler yaptı. Sonra ellerini yere koyup ayaklarını havaya kaldırıp, necasetini alnına sürerek bir müddet bu şekilde durdu. Birden doğu, batı ve kuzey taraflarından kara bulutlar toplaşıp, gök gürlemesi ve şimşek ile bir büyük rüzgâr koptu. Kalmuk Büyücüsü, necasetinin etrafında üç dört defa dönüp, eliyle parçalar alıp havaya savurdukça yıldırımlar çakıp kıyametler kopar oldu.

 

Bu sırada askerler, Paşa'nın emriyle toplaşıp buz kesen nehirden karşıya geçmeye başlamışlardı. Fakat Dîvân efendisi ve mutaassıp birkaç zât ise sihir tesiriyle oluşan bu buzdan geçmeyi reddetmişlerdi. Paşanın, geçmelerini emretmesiyle yine de Felak, Nas sureleri ve Esmâü'l-hüsnâları okuyarak geçmeye koyuldular. Ancak okudukları dualar sihri bozduğundan buz delindi ve bir kısmı suya düşüp boğuldu. Bu sırada hızla koşup gelen Kalmuk'lu büyücü ise sihrini bozdukları için başındaki kalpağını yere vurup feryat ü figan bağırarak Paşa'ya ve buz üstündekilere “Arapça” okumadan hızlı hızlı geçmelerini tembih etti.

 

İşte böyle sevgili okurlar.. Bu yazımız da Osmanlı'daki vampirler, cadılar, büyücüler üzerine. Dahası da var ama şimdilik bu kadarı yeter. Kimbilir belki ileride bu konulara biraz da bilimsel yaklaşır, onları anlatırız.

 

CD1
CD2
CD3
CD4
YILDIRIM BEYAZIT HAN
II. MAHMUD
AHMED LÜTFİ EFENDİ
EVLİYA ÇELEBİ
TIRNOVA KASABASI
AHMET EFENDİ'NİN MEKTUBU
C5
C6
  • YORUMLAR (0)
  • YORUM YAP
    • İlk yorumu sen yap.
  • Ad Soyad E-mail Adres Yorum