SİTEDE ARA

„ICH WERDE EİNES TAGES WİEDER, SİCHERLİCH. UND AN DİESEM TAG WİRD EİNE NEUE ÄRA İN DER WELT STARTEN…… İKİNCİ BÖLÜM
06 Mart 2018

İKİNCİ BÖLÜM…

 

“Güm.. Güm.. Güm.. Güm..” Stephan’ın beyninde bombalar patlıyordu sanki. Zorlukla gözlerini açtı, bir süre şuurunun, duyularının yerine gelmesini bekledi. “Güm.. Güm.. Güm”. Ses sokak kapısından geliyordu, “Tamam, tamam geliyorum, tamam”, zorlukla uzandığı kanepeden kalkıp yalpalaya yalpalaya sokak kapısına vardı, açtı. “Ohh İsa aşkına, neredesin kuzum, yarım saattir çalıyorum, kıracaktım kapıyı.” Kapıdaki, yandaki villada yatalak karısı ve labrador köpeğiyle yaşayan Loeve Sismunsen’di. Her zamanki lacivert eşofmanları, Adidas spor ayakkabıları, tıraşlı yüzü ve yine Adidas parfümüyle ileri yaşına rağmen oldukça şık ve bakımlıydı. Ancak bu kez kıpkırmızı yüzü, şakaklarındaki kımıl damarları ve sulanmış gözleriyle çok heyecanlı olduğu belliydi. “Komşu bu ne uyku, kırıyordum neredeyse kapını” sesi hala titrek ve boğuktu. “Televizyonun karşısında uyumuş olmalıyım” diye cevap verdi gözlerini ovuşturarak. “Yorucu bir hafta geçirdim de.”  “Suzy aradı, dün öğleden beri ne cebin, ne de ev telefonu açılmıyormuş, sana bakmamı istedi, çok meraklanmış.” “Dünden beri mi?” “Dedim ya dün öğleden beri her iki saatte bir aramış cebini ve evi, açılmayınca beni aradı, meraklanmamasını söyledim. Gelip birkaç kere kapıyı çaldım, açılmayınca bu kez ben de meraklandım, bahçeye geçip camdan bakınca seni kanepede kıvrılmış gördüm rahatladım. Sonra Suzy’yi arayıp anlatınca kendisi de rahatladı, yorucu bir hafta geçirdiğini söyledi o da. Neyse bizimkini yalnız bıraktım evde, gerçi Kurt (labradorun adı) var başında ama olsun. Gideyim hadi hoşça kal, bir alo de kıza, rahatlar sesini duyunca.” “Tamam Loeve ararım hemen. Bu arada teşekkürler, seni de meraklandırdım.” “Boşver Stephan, bunca yıllık komşuyuz, neticede iyisin ya, gerisi önemli değil” Stephan komşusunun bahçe kapısını kapayana kadar kapıda öyle dikildi, birbirlerine el salladıktan sonra kapıyı kapatıp içeri girdi. Kafası karmakarışıktı, cevapsız bir sürü soruyla karşı karşıyaydı, beyni çatlarcasına ağrıyordu. Mutfakta masanın üzerindeki kahve makinesini çalıştırdı, öylece gözleri tek noktada boş boş bakarak bekledi. Kahvenin hazır olduğunu bildiren sinyal sesiyle kendine geldi. Koca bir kupa koyu ve kafeinsiz kahveyle salona dönüp, her zamanki gibi televizyonun karşısındaki üçlü kanepeye bıraktı kendini. Arkasına yaslandı, gözlerini kapadı.

 

Antredeki guguklu saat 17.00’yi vurduğunda kahvesini yarılamıştı. Koyu sert kahve aklını başına getirmişti, az da olsa. Birden kanepeden doğruldu kalktı ve yüksek sesle konuşmaya başladı, üniversitede ders veriyormuşçasına tane tane özenle seçiyordu kelimelerini. Ne dediğini bilmeden konuşuyordu, sonra aniden konuşmasını kesip mutfağa gitti, döndüğünde elindeki kupa yine ağzına kadar, dumanı tüten, mis gibi kokan kahve doluydu.  Koca bir yudum alıp, kupayı televizyonun üzerine bıraktı.

 

Evet, şimdi sakin sakin neler olup bittiğini kafasında canlandırıp, anlamaya çalışmalıydı. Kendisinin “Analitik Çözümleme” adını verdiği özel sistemini uygulayacaktı. Yani sondan, şu andaki durumundan başlayarak, tüm detayları dikkatle irdeleyerek başa gidecek ve neticede olaylardaki klasik “sebep-sonuç” ilişkisi yerine, “sonuç-sebep” bağlamına odaklanacaktı. Oldum olası Harvard’daki felsefe kulübündeki çalışmalarında M.Ö. 469-399 yılları arasında yaşamış Antik Yunan filozofu Sokrates’in felsefesine hayrandı.

Sokrates Yunan Felsefesinin kurucularındandır. Sokrates, bilgelikleriyle ünlenenlere yöneltip onları bunalttığı sorularıyla felsefe dünyasında kendine yer edinmişti. Bu tür yaklaşımlar "çürütme" (elenchos) denen belli bir kalıp içerisinde sergilenirler. Bu yöntem felsefe tarihinin ilk yöntemi olması bakımından son derece önemlidir. Eski Yunanca’ da "sınamadan geçirmek, sorgulamak" ya da "çürütmek" anlamına gelen “Elenchos Yöntemi”, doğruluğundan şüphe duyulmayan bir sava karşı (ki ben bunu içinde bulunduğumuz son durum, varılan netice olarak değerlendiriyorum) uygulanan karşı tezdir. Bu tezde, sava karşı yöneltilen çeşitli sorularla, yapılan açıklamalarla, savın (sonucun, neticenin) kapsamının olabildiğince genişletilmesiyle, en sonunda savın (sonucun) kendi içinde taşıdığı çelişki ve tutarsızlıkların kanıtlanmasıyla, doğruluk savlarının (yani doğruluğundan emin olduğumuz sonuçların) çürütülmesinin amaçlandığı düşünsel diyalektik bir süreçten oluşmaktadır. Yani savlar, yani sonuçlar, yani neticeler insanın kendi beyinsel beceri, yetenek ve eğitimine göre değişir. " 

Profesör anlatımını kürsüdeymişçesine, sanki karşısında talebeleri varmışçasına sürdürüyordu. “Bu şu demek, sizin savlarınız, doğrularınız ve/veya bir olaylar kümesi sonucu vardığınız nokta, sizin gerçeğinizdir. Çünkü bu olaylar kümesini irdelerken, ki birey kendi sonucuna yani doğrusuna ulaşmak için bu irdelemeyi yapmak durumundadır, olayları kendi beyinsel beceri, bilgi, alışkanlıklar ve tecrübeleriyle gerçekleştirecektir.  Özetle yaşamda aynı olaylarla karşılaşan insanların farklı sonuçlara ulaşıyor olmasının yegâne nedeni, beyinsel doyumluluk diye adlandırabileceğimiz beyinsel beceri, bilgi, kültür, alışkanlıklar ve tecrübelerdeki farklılıklarıdır. Başka bir deyişle senin doğrun sana, benimki bana.” Televizyonun üzerindeki kupadan koca bir yudum alıp anlatmaya devam etti. “Peki, pek çok doğrunun olduğu bir topluma kaotik toplum diyebilir miyiz? Elbette, bu gibi toplumlarda düzenin sağlanması zorlaşır, terörün, huzursuzluğun artması kaçınılmaz olur. Toplumda yöneticinin yani mutlak gücün bireye dikte ettirdiği savları (doğruları) bireyin olduğu gibi kabul etmek yerine bizzat “Sınamadan Geçirmesi- Elenchos” neticesinde varacağı farklı doğrular aynı toplumda çok sesliliği, karşıt düşünce logaritmasını doğurur. İşte bu çok seslilik, karşıt düşünceler de beraberinde demokrasiyi hür iradeyi oluşturur.”

 

Stephan kendi düşünce mekaniğini çok iyi tanıdığından, anlattıklarının şu andaki gerekliliği hakkında şüpheye düştü bir an. Kendisindeki bu değişikliğin farkındaydı, son bir aydır üniversitedeki derslerinde olsun, konferanslarında olsun,  konuşurken beyni anlattığı konuyla alakalı ancak çok derin bilgileri de karşısındakilere aktarmaya teşvik ediyordu kendisini. O derin derin anlattıkça dinleyenler çok etkileniyordu ancak bu durdurulamaz anlatma, bilgi aktarma tamamen içgüdüsel, plansız, programsız olmaktaydı ve Stephan bu durumunu bir türlü adlandıramıyordu. Anlayamadığı birşeyler oluyordu benliğinde, düşünce yapısında.


Bir yudum daha alıp devam etti “İskoç filozof, ekonomist ve tarihçi David Hume (1711-1776) Sokrates’in felsefini 18. Yüzyılda daha da geliştirerek devam ettirenlerdendir. Sokrates Ekolü reformistlerinin başındaki isimdir. Hume; bizim yalnızca, kendi zihnimizde (beynimizde) doğrudan ve aracısız olarak tecrübe ettiğimiz ideleri (fikir, tümevarım) duyum ve izlenimleri bilebileceğimizi vurgular.  Bilgide kendi zihnimizin ötesine geçemediğimizi ve bundan dolayı herhangi bir şeyin insan zihninden bağımsız olarak var olduğunu söyleyemeyeceğimizi belirtir. Yani “önce bilgi sonra fikir” denkleminin karşı koyulmaz savunucusudur. Hume, insan zihnini bilgi bakımından analiz ettiği zaman, insan zihninin tüm içeriklerinin bize duyular ve deneyler (tecrübeler) tarafından sağlanan malzemeye indirgenebileceğini görmüştür, bu malzeme ise algılardan başka bir şey değildir. Kısacası, David Hume düşüncenin insanlıktaki en önemli şey olduğunu söyleyen bir filozoftur. Sonuç olarak gerek Sokrates gerek Hume kendilerini takibeden daha pek çok düşünür gibi her bireyin her olayda kendine göre bir neticesi (sonucu) olduğunu vurgularlar. Toplumda bölünmeye, parçalanmaya kadar gidebilen bu durumun yegâne nedeni sebep sonuç ilişkisidir. Yanyana iki tarlada ekilen buğdayın aynı zaman süreci sonucunda başaklandığını ve de hasat edildiğini varsayalım. A tarlasındaki yıllık ürün B’ye göre daha verimlidir, boldur.  Diğer yandan ürün verimi A’ya oranla daha düşük olan B tarlasındaki buğday başaklarındaki tohum sayısı A’dakilere göre daha dolgun, fazla ve de kalitelidir. Tarlaların toprak karakteristiği, gübreleme, sulama iki tarlada da aynı. Peki, bu farklılıkları nasıl açıklayacağız. Cevap; uygulama, yani bir yıl önceki mahsulden edinilen tecrübe. Amaç bol ürün elde etmekse A tarla sahibinin yaptığı doğrudur (nicelik), peki eğer amaç bir başaktan çok daha fazla buğday tohumu elde etmekse B tarla sahibinin yaptığı doğru. İlk tarla sahibi der ki, ben elde ettiğim buğdayı değirmene verip 1000 kilo un elde ederim, kilosunu da 1 dolardan satar 1000 dolar kazanırım. Başaktan kalan samanı da besicilere kilosu ½ dolardan satıp 500 dolar kazanırım, toplamda kazancım 1500 dolar olur. B tarlasının sahibi de daha önceki deneyimlerinden, tarlayı sulama süreci, zamanlama, miktarını, seçtiği gübre türü ve kalitesine kadar belleğinde tuttuğundan kendi alıştığı, bildiği sistemiyle ekimini yapar. Ve neticede aynı büyüklükteki A tarlasından 3 kat daha fazla ürün elde eder; 3000 kilo. Buğdayı daha dolgun ve kaliteli olduğundan ununun kilosunu 1,5 dolardan toptancıya verir. 4,500 dolar, buna 500 dolar da besiciye sattığı saman parasını da ilave edersek toplam kazancı 5000 dolar olur. Şimdi… Tarlalar m2. olarak aynı, ekilen ürün aynı ancak kazanç farklı. Her iki tarla sahibi de kendi bilgi, deneyim ve tecrübeleri sonucunda kendi doğrularını yapmış ancak neticeler farklı. Eğer ilk tarla sahibi ikincisinin sahip olduğu bilgi ve tecrübeye sahip olsaydı aynı sonuçlara ulaşmaları kaçınılmazdı. İşte olaylar karşısında insanın durumu da böyledir. Başlangıçta nerede yanlış yaptım deyip olayı sıfırdan ele almaktansa, varılan sonuçtan ki anılar, bilgiler henüz tazedir, başa gidip yaşananları, yapılanları irdelemek daha gerçekçi ve radikal sonuçlara götürür insanı.” Sözlerini bitirip mutfağa geçti, lavaboda yüzüne su vurduktan sonra buzdolabını açtı. Oturma odasına döndüğünde sağ elinde kocaman dana jambonlu bir sandviç, ötekindeyse, yine dumanı üzerinde koyu kahvesi vardı. Kanepeye oturup konuşmadan ve arada kahvesinden birer fırt çekmeden sandviçini yedi bitirdi.

 

Yine ayağa kalktı, yüksek sesle konuşmaya başladı. “Şimdi komşum geldiğinde iki önemli durum değerlendirmesi yaptığını söyledi. Birincisi Suzy’nin onu araması üzerine gelip benim kapımı çalıyor. Ben açmayınca akıl edip yandan bahçeden salona baktığında televizyonun açık ve de beni bu kanepede uzanmış uyurken görüyor ve kızıma aynen aktarıyor. Ne zaman oluyor bu? Dün. Yani dünden iki somut gerçek var elimizde Loeve’in ilettiği.. Biri açık televizyon, ikincisi kanepede uyuyan ben. Peki bugüne bakalım. Suzy komşumun ona ilettiği bilgiler çerçevesinde uyanmışımdır artık ümidiyle yine beni arıyor, cevap yok. Bir daha, cevap yok. Sonra yine Loeve amcasına dönüyor. O da bir saat kadar önce yine geliyor kapıyı adeta kıracakmışçasına çalıyor, ben o sırada yine bir gün önceki gibi, aynı şekilde uyumaktayım. Zorbela kalkıp kapıyı açıyorum, durum aydınlanıyor ve komşum gidiyor. Bugün de iki somut olay var. Birincisi ben yine aynı yerde uyumaktayım, ikincisi televizyon bu defa kapalı. Dün ve bugün yaşananları özetlersek, bu yaşananların benim alışkanlıklarıma tamamıyla zıt olduğu ortaya çıkıyor. Birincisi evet bu kanepede yorgun olduğum günlerin akşamlarında televizyon seyrederken seyrek de olsa uyukladığım olmuştur, ancak sabahladığım asla, oysa anlatılanlara bakılırsa sabah kalkmak şöyle dursun 24 saattir bu kanepede uyumaktayım ki bu imkânsız bir şey.  İkincisi uykuda gezme gibi bir hastalığım kesin olmadığına göre dün komşumun pencereden baktığında açık olduğunu gördüğü televizyon bugün şimdi gördüğümüz gibi kapalı, çünkü az önce ben açtım.  Suzy’nin ısrarına rağmen yenisini almayıp hala eski tip tüplü kullandığıma göre, bu gariban televizyonumun belli bir süre sonunda kendini kapatma becerisi yok, yenilerin sahip olduğu bu teknolojiden yoksun garibim.” Kupadan koca bir fırt daha, zekâsı, belleği açılıyordu her yudumda sanki. “Elimizdeki savlar yani doğrular bunlar. Bu savları bir sınamadan geçirirsek, Elenchos yaparsak durumun gerçekten yakinen irdelenmeye sınanmaya ihtiyacı var gözüküyor. Eğer komşumun anlattıkları gerçek doğrularsa, ki şu an o gerçeğin içinde olduğumdan gerçek doğruların bunlar olduğuna inanıyorum, cuma akşamı Jurgen’in telefon edip beni hafta sonu için Greenpeace’çilerle toplantıya davet etmesi, hep beraber Bodo’ ya gidişimiz, açık denizde yaşananlar, yok U-Botlar, yok Hitler vesaire hepsi rüya.  Bir insan aynı zaman diliminde iki farklı yerde olamayacağına göre ve beni de Loeve 2 gün üst üste kendi evimde olduğuma bilmeden şahitlik yaptığına göre o gördüğümü, yaşadığımı zannettiğim olay ve kişilerin hepsi bu kanepede uyurken gördüğüm bir rüyadan ibaret.”

 

Derin bir nefes aldı, rahatlamıştı bayağı, işte kanepede 24 saat hiç uyanmamacasına uyuması, çalışan televizyonun kendiliğinden kapanması gibi bazı tuhaf durumlar vardı var olmasına da bunların cevaplarını bulmak kolaydı. Gerçekten uzun süredir çok yoğun çalıştığından yorgun düşmüş, televizyon seyrederken pekâlâ uyuyakalmış olabilirdi. Herşeyin bir ilki vardı hiç şüphesiz. Hem sonra, gece uyku sersemi tuvalete gitmek için kalkıp dönüşte de televizyonu kapatması, ya da yılda 5 dakika kadar olsa da genel arıza sonucu elektriğin kesilmesi ve nihayetinde aletin kapanması son derece akla yatkındı. İşte olay çözülmüştü, herşey tüm olan bitenler bir rüyaydı, beyninin bir oyunuydu. “Of ne kâbustu” diye geçirdi aklından, rahatlamıştı. “Kaçıncı olacak saymadım ama şimdi bir kahve daha alayım, yudumlarken Suzy’yi de ararım. Daha saat 18.30. Erken dönerse ve de yorgun değilse baba kız dışarıda bir yemek yeriz. Jurgen’i de davet ederiz, kerata bayağı korkmuştu hafta sonu rüyamda.” Mutfağa gitmek üzere kanepeden doğrulurken gevrek bir kahkaha attı, sinirleri düzelmiş, gerçekten rahatlamıştı.

 

Neşelenmiş, rahatlamış bir şekilde ayağa dikildiğinde gözüne birşey çarptı, olağandışı birşey. Faltaşı açılmış gözleri televizyonun önündeki dikdörtgen cam sehpanın üzerinde rengi solmuş ve ilk sayfası açık eski kitabı farketmişti. Merakla eğilip eline aldığında aklı duracak gibi oldu. Olamazdı kâbus yeniden başlıyordu sanki. Hitler’in meşhur “Kavgam” kitabı. Bu kitap kendine ait olamazdı, Hitler ve Nazizm hiç ilgi duymadığı, merak etmediği konulardı. Peki ne arıyordu 1925 baskılı bu kitap burada? Hemen yanında bir ikincisi daha vardı aynı şekilde açılmış ve yine ilk baskı. Gözleri ve de beyni kesinlikle oyun oynuyordu kendine. Yoksa çıldırıyor muydu? Aklını mı kaybetmişti? Hayır aynı kâbusu bir kez daha yaşamak istemiyordu. Kitapları sehpaya bırakıp mutfağa geçti. Kahvesini alıp döndüğünde o kitapların orada olmaması için dua ediyordu içinden. Elinde kupayla mutfaktan çıktı, sokak kapısına baktı, içinden gelen anlık bir dürtüyle. Ufak giriş çamur içindeydi, şaşkınlıkla yaklaştığında kar ayakkabılarının da çamur içinde olduğunu fark etti. Midesinin bulandığını hissetti. Başını kaldırıp ta portmantoda ıslak ve de çamurlu kar tulumunu ve beresini görünce dayanamadı, gözleri karardı. Beyni zonkluyor, kalbi, şakakları delirmişçesine atıyordu şimdi. Daha fazla dayanamadı, elinde kahve dolu kupasıyla salonun girişindeki o çok sevdiği İran halısının üzerine devrildi, kendinden geçmişti.

                

Telefonunun ısrarlı çalışıyla kendine geldi, yerde ne kadar kaldığının, ne zamandır baygın yattığının bilincinde değildi. Zorlukla doğruldu, ilk fark ettiği şey halının dökülen kahveyle vıcık vıcık ıslanmış olduğuydu. Televizyonun hemen yanındaki komodinin üzerindeki telefona uzandı. Açmadan önce korka korka cam sehpaya bir göz attı. Aman Tanrım, sehpada kitap falan yoktu, sadece birkaç bilimsel dergi ve de içi boş dekoratif küçük bir vazo, hepsi bu. İçini yeniden bir sevinç dalgası kapladı.  Ahizeyi eline aldı, arayan mutlaka Suzy’ydi. “Merhaba kızım, beni aramışsın..” Sözünü bitirmeden Suzy “Baba ben az sonra evde olacağım, konuşuruz, sen hemen televizyonu aç, hemen” deyip telefonu kapattı. Sesi çok heyecanlıydı, telaşlı sanki biraz da korkmuş gibiydi. Stephan telaştan eli ayağına dolaşmış bir şekilde kendini kanepeye atıp uzaktan kumandayla televizyonu açtı. Yarım dakika kadar bekledikten sonra ekranda polar giysileri içinde bir kadın spiker belirdi. Heyecanla, nefes nefese birşeyler anlatıyordu. Kumandanın ses düğmesine dokundu, sesi iyice açtı. “Evet sayın izleyiciler, yeni açanlar için tekrarlıyorum. Bugün öğleden sonra saat 15.30 sularında Norveç Sahil Korumaya ait 23 no.lu bot, Bodø açıklarında Greenpeace’e ait 3 Zodyak bot buldu. Botlarda maalesef hayatlarını kaybetmiş 2 Greenpeace üyesi bulunduğu bildirildi.  Kimliği tespit edilenlerden biri Jurgen Stewlski, diğer maktulün kimliğinin belirlenmesine çalışılıyor. Ancak yapılan ilk incelemelerde, liman görevlileri her üç botun da içlerinde 12 yolcuyla sahilden ayrıldığını belirttiler. Bulunamayan 10 yolcu arasında ülkenin önde gelen bilim adamlarından Oslo Üniversitesi akademisyenlerinden Profesör Dr. Stephan Logan Tomswill de bulunuyor. Yapılan ilk tahminler Tomswill’in eski talebe ve asistanının, şimdilerin idealist çevrecisi Jurgen Stewlski’nin daveti üzerine bu gruba katıldığı yönünde. Arama çalışmaları yoğun hava muhalefetine..”

Stephan dayanamadı, televizyonu kapatıp ayağa fırladı, neler oluyordu, neydi bu yaşadığı kâbus? Şimdi koca salonda bir aşağı bir yukarı kendi kendine söylenerek dolaşmaktaydı. Birden cep telefonu çaldı. Hemen koştu alıp açtı; “Alo Suzy, geldin mi? Yaklaştın mı? Neler oluyor Tanrı aşkına, çıldıracağım.” Hattın öbür ucundan çıtırtıdan başka ses gelmiyordu. “Alo, Suzy, alo alo”. Çıtırtılar devam ediyordu. Birden bir ses geldi, mekanik çıtırtılı ses.

 

„Ich werde eines Tages wieder, sicherlich. Und an diesem Tag wird eine neue Ära in der Welt starten.“

 

Başı iyice dönmeye başladı, kendinden geçti yere yığıldı, bayılmıştı. Düşerken başını cam sehpanın kenarına vurmuş, kafasından sıçrayan kan sehpanın üzerinde açık olarak duran kitaplardan birinin sol sayfasındaki, alnına yapıştırdığı siyah perçemiyle, kısa küt bıyığıyla, yakasında gamalı haç olan adamın resmini kanlandırmıştı.

 

İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU

 

 

HİTLER
KAVGAM - 1925 BASKISI..
HİTLER'İN SUNUM YAZISI VE İMZASI..
TIME DERGİSİNİN 13 NİSAN 1936 TARİHLİ KAPAĞI..
  • YORUMLAR (0)
  • YORUM YAP
    • İlk yorumu sen yap.
  • Ad Soyad E-mail Adres Yorum